İLK AMERİKALILAR
Buzul Çağı’nın en şiddetli döneminde, MÖ 34000-30000 yıllarında, dünyadaki suyun önemli bir bölümü büyük kıtasal buz katmanları halindeydi. Bunun sonucunda, Bering Denizi bugünkü düzeyinden yüzlerce metre daha aşağıdaydı ve Asya ile Kuzey Amerika arasında, adına Beringia denilen, bir kara köprüsü oluştu. Beringia’nın en geniş döneminde 1.500 kilometre kadar olduğu sanılıyor. Nemli ve ağaçsız bir tundra olan bölge, otlar ve diğer bitkilerle kaplıydı ve bu da ilk insanların yaşamak için avladıkları büyük hayvanları çekiyordu.
Kuzey Amerika’ya ilk erişen insanlar, yeni bir kıtaya ayak bastıklarını hemen hemen kesinlikle bilmiyorlardı. Herhalde, atalarının binlerce yıldır yaptığı gibi Sibirya kıyılarında av peşinde koşuyorlardı ve sonra da kara köprüsünü aşmışlardı.
Alaska’ya geldikten sonra ilk Kuzey Amerikalıların buzullar arasındaki geçitleri aşarak şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nin bulunduğu güney bölgelerine ulaşmaları için binlerce yıl daha geçmesi gerekti. Kuzey Amerika’da ilk yaşam kanıtları günümüzde de bulunmaya devam ediyor. Ancak, bunların çok azının MÖ 12000 yılından daha eskiye ait olduğu kesinlikle kanıtlanabiliyor; sözgelimi, yakın geçmişte Alaska’nın kuzeyinde bulunan bir av gözetleme yeri yaklaşık bu tarihlerden kalma olabilir. New Mexico’nun Clovis kentinde bulunmuş olan, özenle yapılmış ok uçları ve diğer bazı eşya için de aynı şey söylenebilir.
Kuzey ve Güney Amerika’da belirli yerlerde benzeri eşya bulunması da, Batı Yarıküresi’nin [Çevirmenin notu: Kuzey ve Güney Amerika kıtaları ile çevrelerindeki adaların oluşturduğu bölgeye Batı Yarıküresi denilmektedir] büyük bir kesiminde yerleşimin MÖ 10000 yılı öncesinde gerçekleşmiş olabileceğini göstermektedir.
Anılan dönemde mamutlar yok olmaya ve onların yerini, ilk Kuzey Amerikalıların temel besin ve deri kaynağını oluşturan, bizonlar almaya başladı. Zamanla, gerek aşırı avlanma gerek doğa olayları nedeniyle, pek çok av hayvanı türü yok oldu ve ilk Amerikalıların beslenme kaynağını gittikçe artan ölçüde bitkiler, yemişler ve tohumlar oluşturmaya başladı. Giderek, besin için bitki toplama çabaları ve ilkel tarım denemeleri ortaya çıktı. Bu konuda, şimdi Orta Meksika’nın bulunduğu bölgedeki Kızılderililer (Native North Americans and/or Indians) öncülük ettiler ve belki de MÖ 8000’den başlayarak mısır, kabak ve fasulye yetiştirdiler. Bu konuda edinilen bilgi ve deneyim yavaş yavaş kuzeye doğru yayıldı.
MÖ 3000’e gelindiğinde, New Mexico’nun nehir vadilerinde ilkel bir mısır türü yetiştirilmeye başlanmıştı. Bunun ardından sulamanın ve MÖ 300 dolaylarında da köy yaşamının ilk belirtileri görüldü.
MS ilk yüzyıllarda, bugün Arizona’da Phoenix kentinin bulunduğu yöreye yakın yerleşim birimlerinde, top oynamak için alanların ve Meksika’da bulunanlara benzeyen piramit biçimli kümbetlerin yanı sıra kanal ve sulama sistemleri kuran Hohokumlar yaşıyordu.
KÜMBET YAPIMCILARI VE PUEBLO’LAR
Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri olan ülkede kümbet yapan ilk Kızılderili grup çok kez Adenanlar adıyla anılırlar. MÖ 600 dolaylarında, topraktan mezarlıklar ve müstahkem binalar yapmaya başladılar. O dönemlerden kalan kümbetlerden bazıları kuş ya da sürüngen biçiminde olup olasılıkla, henüz tümüyle anlaşılmayan bir nedenden ötürü, dinsel amaçlar için kullanılmıştır.
Adenanların, topluca Hopewellianlar olarak bilinen bir takım grublar içinde eridikleri ya da onlar tarafından yerlerinden edildikleri sanılmaktadır. Hopewellian kültürünün en önemli merkezlerinden biri güney Ohio’da ortaya çıkarılmıştır ve o bölgede hala söz konusu kümbetlerden birkaç bin kadar bulunmaktadır. Ticarette çok usta olduklarına inanılan Hopewellianlar, çeşitli aletler ve malzeme kullanmışlar ve bunları yüz binlerce kilometreye yayılmış bir bölgede takas etmişlerdir.
MS 500 dolaylarında Hopewellianlar da giderek yerlerini genellikle Mississippiler ya da Tapınak Kümbetler kültürü olarak bilinen yaygın bir kabileler grubuna bıraktılar ve ortadan kayboldular. Missouri’de St.Louis’in hemen doğusundaki Cahokia kentinin, XII. yüzyıl başlarında nüfusunun en fazla olduğu günlerde yaklaşık 20.000 kişiyi barındırdığı düşünülmektedir. Kentin merkezinde, tepesi düz, yüksekliği 30 metre ve taban alanı 37 hektar olan muazzam bir toprak kümbet yer almaktaydı. Kent yakınlarında 80 kümbet daha bulunmuştur.
Günümüzde güneybatı Amerika Birleşik Devletleri’ni oluşturan bölgede, çağdaş Hopi Kızılderililerinin ataları olan Anasaziler, 900 yıllarında taş ve kerpiç evler (pueblo) yapmaya başladılar. Bu eşsiz ve şaşırtıcı apartman benzeri yapılar çok kez sarp uçurumların kayalık yüzlerinde inşa edilmiş olup Colorado’nun Mesa Verde kentindeki en ünlü örnek olan “uçurum sarayı”nın 200’den fazla odası vardı. New Mexico’nun Chaco Nehri kıyılarındaki Pueblo Bonito yıkıntılarında bir zamanlar 800 oda bulunmaktaydı.
Balık ve ham madde zenginliği sayesinde besin kaynaklarının en bol olduğu ve MÖ 1000 yıllarında bile yerleşime elverişli kalıcı köylerin kurulabildiği kuzeybatıdaki Büyük Okyanus kıyılarında, olasılıkla Kolomb öncesi Amerikalı Kızılderililerin en gönençlileri yaşıyordu. Düzenledikleri “potlaç” (arazi ve hediye dağıtılan bir tür Kızılderili festivali) toplantılarının zenginliği, belki de Amerikan tarihinin ilk günlerinde eşi görülmemiş bir bolluk ve şenlik örneği oluşturuyordu.
KIZILDERİLİ KÜLTÜRLERİ
Yukarıda belirtilen nedenlerle, ilk gelen Avrupalıların karşısına çıkan Amerika, boş bir doğa parçası olmaktan çok uzaktı. Bugünkü tahminlere göre, o günlerde Batı Yarıküresi’nde de Batı Avrupa’daki kadar, yani 40 milyon, insan yaşıyordu.
Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri’nin bulunduğu bölgede, ilk Avrupa kolonilerinin kurulmaya başladığı sıralarda 2 - 18 milyon Kızılderili yaşadığı sanılmakta ve tarihçiler genellikle birinci sayının doğru olduğunu düşünmektedirler.
Hemen hemen ilk temaslara başlandığı günlerden itibaren, Avrupa kaynaklı hastalıkların Kızılderililer üzerinde öldürücü bir etki yaptığı ise kesindir.1600’lerde Kızılderili nüfusunun hızla azalmasına, özellikle toplumları tümüyle yok etmiş bulunan çiçek hastalığının, Avrupalı yerleşimcilerle yapılan sayısız savaşlar ve çatışmalardan daha çok, doğrudan doğruya neden olduğu düşünülmektedir.
Tahmin edilebileceği gibi, ülkenin genişliği ve uyum gösterilmesi gerekli yerleşim çevrelerinin çeşitliliği yüzünden, Kızılderili gelenekleri ve kültürü o tarihlerde olağanüstü bir değişkenlik gösteriyordu. Yine de belirli genellemeler yapılabilir.
Özellikle Orta Batı’nın ormanlık doğu kesimlerindeki kabilelerin çoğunluğu, besin maddesi sağlamak için avcılığa, toplayıcılığa ve mısır ve diğer ürünleri yetiştirmeye yönelik çabalarını birleştirdi. Çok kez, kadınlar çiftçilik ve besin maddesi dağıtımından sorumlu oluyor, erkekler de avlanıyor ve savaşa katılıyordu.
Kuzey Amerika’daki Kızılderili toplumu her bakımdan sıkı sıkıya toprağa bağlıydı. Toprağa ve doğa koşullarına bağlılık, dinsel inançların ayrılmaz bir parçasıydı. Kızılderililerin yaşamı temelde klan ve birlikte yaşama temeline dayanmaktaydı ve çocuklara o günlerde Avrupa’da alışılageldiğinden daha çok özgürlük ve hoşgörü tanınıyordu.
Bazı Kuzey Amerika kabileleri, belirli metinleri muhafaza etmek için bir tür hiyeroglif geliştirdilerse de, Kızılderili kültürü temelde sözlüydü ve masalların ve rüyaların anlatılmasına büyük bir değer veriliyordu.
Çeşitli grublar arasında büyük ölçüde ticaret yapıldığı açıktır ve komşu kabilelerin yaygın bir biçimde hem dostça hem de düşmanca resmi ilişkiler yürüttüklerini gösteren sağlam kanıtlar vardır.
İLK AVRUPALILAR
Kuzey Amerika’ya ilk gelen ya da geldikleri konusunda sağlam kanıtlar bulunan Avrupalılar, Kızıl Erik’in 985’te bir yerleşim birimi kurduğu Grönland’dan batıya seyahat eden İskandinavlardı. Oğlu Leif’in, 1001 yılında günümüzde Kanada olarak bilinen bölgenin kuzeydoğu kıyılarını keşfettiği ve orada bir kış geçirdiği sanılmaktadır.
İskandinav destanları, Viking denizcilerin Kuzey Amerika’dan Bahama adalarına kadar uzanan Atlantik kıyılarını keşfettiklerini belirtmekle birlikte anılan iddialar bugüne kadar kanıtlanmamıştır. Buna karşın, 1963’te Newfoundland’ın kuzeyinde L’Anse-aux-Meadows’da anılan döneme ait belirli İskandinav ev yıkıntıları bulunmuş ve böylelikle İskandinav destanlarda ileri sürülenlerin hiç olmazsa bir kısmı doğrulanmıştır.
Asya’ya batıdan giden bir yol arayan Kristof Kolomb’un Karayibler’de karaya çıkmasından sadece beş yıl sonra 1497’de, İngiltere Kralı tarafından görevlendirilen Venedikli denizci John Cabot Newfoundland’a ayak bastı. Cabot’un seyahati, pek çabuk unutulmasına karşın, İngilizlerin ilerideki yıllarda Kuzey Amerika üzerinde hak iddia etmesine temel oluşturacaktı. Anılan seyahat aynı zamanda, George’s Banks sığlıklarının açıklarındaki zengin balık yuvalarının da yolunu açtı ve kısa bir süre sonra Avrupalı ve özellikle Portekizli balıkçılar düzenli olarak bölgeye gelmeye başladılar.
Aslında Kolomb kıta Amerika Birleşik Devletleri’ni hiç görmedi; ancak, kurulmasına yardım ettiği İspanyol sömürgeleri, Amerika Birleşik Devletleri kıtasında yapılan ilk keşif seyahatlerinin başlama noktası oldu. Bu seyahatlerden ilki 1513’te başladı ve Juan Ponce de Leon öncülüğündeki bir grub şimdiki St.Augustine kenti yakınlarında Florida kıyısında karaya çıktı.
İspanyollar, 1522’de Meksika’nın fethedilmesi üzerine Batı Yarıküresi’ndeki konumlarını daha da güçlendirdiler. Bunları izleyen keşifler, “Yeni Dünya”ya yaptığı seyahatlere ilişkin yazıları büyük beğeniyle okunan İtalyan Amerigo Vespucci’ye atfen Amerika adı verilen topraklar konusunda Avrupalıların bildiklerine yeni katkılar yaptı. Asya’ya giden bir “Kuzeybatı Geçidi” keşfedilmesi umutları ancak bir yüzyıl sonra tümüyle yitirilecek olmakla birlikte, 1529’a gelindiğinde, Labrador’dan Tierra del Fuego’ya kadar uzanan Atlantik kıyılarının güvenilir haritaları çizilmişti.
Peru’nun fethi sırasında Francisco Pizzaro’nun emrinde çalışmış olan Hernando De Soto adındaki savaş gazisinin düzenlediği sefer, İspanyol keşif seyahatlerinin en önemlileri arasında yer almaktadır. De Soto grubu seferine 1539’da Havana’da başladı, Florida’da karaya çıkıldı ve güneydoğu Amerika Birleşik Devletleri boyunca Mississippi Nehri’ne kadar servet peşinde dolaşıldı.
Bir başka İspanyol kaşifi olan Francisco Coronado, hayal ürünü Cibola’nın Yedi Kenti’ni aramak için 1540’ta Meksika’dan hareket etti. Coronado, Grand Canyon ve Kansas’a kadar gitti; ancak, kendisinin ve adamlarının aradığı altınları ya da defineleri bulamadı.
Buna karşın Coronado ve beraberindekiler, farkında olmadan, bölge halkına çok önemli bir ödül kazandırdılar: ellerinden kaçan çok sayıda at Büyük Düzlükler (Great Plains) bölgesinde üremeye başladı. Birkaç kuşak sonra, bölgedeki Kızılderililer binicilik ustası oldular ve çalışma alanlarını genişletip çeşitlendirdiler.
İspanyollar güneyden yukarı yayılırken, günümüz Amerika Birleşik Devletleri’nin kuzey kesimi de Giovanni da Verrazano gibi seyyahlar sayesinde giderek daha iyi tanınıyordu. Fransızlar adına seyahat eden bir Floransalı olan Verrazano, 1524’te North Carolina’da karayı gördü ve Atlantik kıyısı boyunca kuzeye giderek bugünkü New York limanının yukarısına geçti.
On yıl sonra, Fransız Jacques Cartier, kendinden önceki Avrupalılar gibi, Asya’ya giden geçidi bulmak umuduyla yola çıktı. Cartier’in St.Lawrence Nehri kıyılarındaki keşifleri, Fransızların Kuzey Amerika üzerinde 1763’e kadar sürecek olan hak iddalarının temelini oluşturdu.
Fransız Hügenotlar, ilk Quebec kolonilerinin 1540’ta dağılmasından yirmi yıl sonra, Florida’nın kuzey kıyılarında yerleşmeye teşebbüs ettiler. Gulf Stream (Atlas Okyanusundaki sıcak su akıntısı) boyunca uzanan ticaret yolları karşısında Fransızları bir tehlike olarak gören İspanyollar koloniyi 1565’te yok ettiler. İşin garip yanı, İspanyol güçlerinin önderi olan Pedro Menendez, kısa bir süre sonra, koloniye yakın bir yerde St.Augustine kentini kurdu. İleride Amerika Birleşik Devletleri olacak olan bu bölgede Avrupalıların ilk kalıcı yerleşim birimi bu kentti.
Meksika, Antiller ve Peru’daki kolonilerden İspanya’ya akan büyük zenginlik, diğer Avrupa devletlerinin de büyük ilgisini çekti. Zamanla gelişen, İngiltere gibi denizci ülkeler, bir ölçüde Francis Drake’nin İspanyol hazine gemilerine karşı gerçekleştirdiği başarılı yağma saldırıları sonucu Yeni Dünya ile ilgilenmeye başladı.
Kuzeybatı Geçidi’nin araştırılması konulu bir incelemenin yazarı olan Humphrey Gilbert, 1578’de, diğer Avrupa ülkelerinin henüz üzerinde hak iddia etmediği Yeni Dünya’daki “dinsizlere ve barbarlara ait topraklar”ı kolonileştirmek için Kraliçe Elizabeth’ten imtiyaz aldı. Çabalarına başlayabilmesi için beş yıl geçmesi gerekti. O denizde kaybolunca, görevini üvey kardeşi Walter Raleigh yüklendi.
Raleigh 1585’te, North Carolina kıyıları açığındaki Roanoke Adası’nda, Kuzey Amerika’daki ilk İngiliz kolonisini kurdu. Koloni daha sonra terk edildi ve iki yıl içinde yapılan bir yeni deneme de başarısızlığa uğradı. İngilizler ancak yirmi yıl geçtikten sonra yeni bir girişimde bulundular. Bu kez koloni 1607’de Jamestown’da başarıyla kurulacak ve Kuzey Amerika yeni bir çağa girecekti.
İLK YERLEŞİMLER
Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya 1600’lerin ilk yıllarında büyük bir göç dalgası başladı. Üç yüzyıldan fazla süren bu akım, birkaç yüz dolayında İngiliz kolonici ile başladı ve yeni katılımlar sonucu milyonları aşan bir sele dönüştü. Güçlü ve çeşitli nedenlerle göç eden bu insanlar, kıtanın kuzey kesiminde yeni bir uygarlık kurdular.
Meksika, Batı Hint Adaları ve Güney Amerika’da zengin İspanyol kolonileri kurulduktan çok sonra, günümüzde Amerika Birleşik Devletleri olan bu topraklara, ilk İngiliz göçmenleri Atlantiği aşarak ayak bastılar. Onlar da, Yeni Dünya’ya ulaşan tüm ilk göçmenler gibi, küçük ve hıncahınç dolu gemilerle geldiler. 6 -12 hafta süren yolculukları sırasında çok az besin alabildiler. Çoğu hastalıktan öldüler; gemiler sık sık fırtınaya yakalandı ve bazıları da denizde kayboldu.
Avrupalı göçmenlerin çoğu, siyasal baskılardan kaçmak, dinsel inançlarını özgürce yerine getirebilmek, maceraya atılmak ya da ülkelerinde kendilerine tanınmayan fırsatlardan yararlanabilmek için vatanlarından ayrıldılar. İngiltere’de 1620’den 1635’e kadar büyük ekonomik güçlükler yaşandı. Pek çok kişi iş bulamadı. Usta zanaatkarlar bile ancak geçinebilecek kadar para kazanıyorlardı. Ürünlerdeki verimsizlik sıkıntıları yoğunlaştırdı. Bunlara ek olarak, Endüstri Devrimi, hızla gelişen bir tekstil sektörü yaratmıştı ve dokuma tezgahlarının sürekli çalışabilmesi için giderek artan bir yün üretimi gerekiyordu. Toprak sahipleri çiftlikleri kapatıyor ve koyun beslemek için köylüleri bu topraklardan kovuyorlardı. Kolonilerin yayılması, yerlerinden edilen bu köylüler için bir çıkış yolu oluşturdu.
Kolonicilerin yeni topraklarda ilk gördükleri şey sık ormanlar oldu. Eğer dostça davranan Kızılderililer onlara balkabağı, kabak, fasulye ve mısır gibi yerli ürünlerin nasıl yetiştirileceğini öğretmeselerdi ilk yerleşimciler hayatta kalamazlardı. Buna ek olarak, Doğu kıyılarında 2.100 kilometre boyunca uzanan balta girmemiş geniş ormanlar zengin bir av hayvanı ve yakacak odun kaynağı oluşturdu. Ormanlar ayrıca, evlerini, mobilyalarını, gemilerini yapmakta kullanacakları ve karlı bir biçimde ihraç edecekleri bol miktarda ham madde de sağlıyordu.
Yeni kıtanın doğası çok zengin olmakla birlikte, yerleşimcilerin kendilerinin üretemedikleri aletleri alabilmek için Avrupa ile ticaret yapmaları kaçınılmazdı. Kıyılar bu açıdan yerleşimcilerin çok işine yaradı. Kıyı boyunca sayısız koylar ve limanlar vardı. Yalnız iki bölgede, North Carolina ve güney New Jersey’de, okyanus aşan gemilere elverişli liman yoktu.
Kennebec, Hudson, Delaware, Susquehanna, Potomac ve diğer çok sayıda büyük nehir, Appalachian Dağları ile kıyı arasında kalan bölgeyi denize bağlıyordu. Yalnız bir nehir, Kanada’da Fransızların elinde olan St.Lawrence, Büyük Göllere ve kıtanın merkezine erişimi sağlayan bir su yoluydu. Sık ormanlar, bazı Kızılderili kabilelerin direnmesi ve Appalachian Dağları, kıyı bölgesinden daha içerilere yerleşme hevesini kırıyordu. Yalnız kürk hayvanı avlamak için tuzak kuranlar ve tüccarlar bu vahşi bölgeye girme cesaretini gösteriyorlardı. İlk yüz yıl süresince koloniciler, kıyı boyunda sıkışık bir biçimde yerleştiler.
Siyasal yaklaşımlar pek çok kişinin Amerika’ya gitmesine yol açtı. İngiltere’de I. Charles’in keyfi yönetimi, 1630’larda Yeni Dünya’ya göçü hızlandırdı. Ardından, Charles muhaliflerinin Oliver Cromwell’in önderliğindeki başarılı ayaklanmaları, çok sayıda “kral yandaşı”nın Virginia’ya yerleşmelerine yol açtı. Avrupa’nın Almanca konuşulan kesimlerinde, çeşitli önemsiz prensin özellikle din konusunda uyguladıkları baskı siyaseti ve uzun süreli savaşların yarattığı yıkım, XVII. yüzyılın sonlarında ve XVIII. yüzyılda Amerika’ya olan akımı güçlendirdi.
XVII. yüzyılda kolonicilerin gelişi, özenli bir planlama ve yönetim kadar, büyük harcamalar yapılmasını ve tehlikelerin göze alınmasını gerektirdi. Yerleşimcilerin yaklaşık 5.000 kilometrelik bir deniz yolculuğu yapmaları gerekiyordu. Kap kaçak, giysi, tohumluk, alet, yapı malzemesi, canlı hayvan, silah ve cephane gereksinimleri vardı.
Başka ülkelerde ve başka zamanlarda uygulanan kolonileştirme siyasetinin aksine, İngiltere’den göç, doğrudan doğruya hükümetçe değil, başlıca amaçları kar sağlamak olan özel grublar tarafından destekleniyordu.
JAMESTOWN
Kuzey Amerika’da tutunan ilk İngiliz kolonisi Jamestown’dı. Kral I. James tarafından Virginia (ya da London) Şirketi’ne verilen bir imtiyaza dayanarak, yaklaşık 100 kişiden oluşan bir grub 1607’de Chesapeake Körfezi’ne doğru yola çıktı. İspanyollarla çatışmaya girmekten kaçınmak amacıyla, James Nehri kenarında körfezden 60 kilometre kadar yukarıda bir yer seçtiler.
Çiftçilik yapmaktan daha çok altın bulmayı amaçlayan kentlilerden ve maceracılardan oluşan grub, vahşi doğada yeni bir yaşam türüne başlamaya kafa yapısı ya da yetenek açısından hazırlıklı değildi. Aralarında bulunan Kaptan John Smith başat bir kişilik sergiledi. Anlaşmazlıklara, açlığa ve Kızılderili saldırılarına karşın, disiplin uygulama yeteneği sayesinde küçük koloniyi ilk yıl süresince bir arada tuttu.
Smith 1609’da İngiltere’ye döndü ve onun yokluğunda koloni karışıklığa boğuldu. 1609-1610 kışında kolonicilerin pek çoğu hastalığa yenildiler. Mayıs 1610’a gelindiğinde, ilk 300 yerleşimciden yalnız 60’ı hayatta kalmıştı. Aynı yıl içinde, James Nehri’nden biraz daha yukarıda Henrico (günümüzde Richmond) kenti kuruldu.
Ancak çok geçmeden, Virginia ekonomisinde devrim yaratacak bir gelişme ortaya çıktı. John Rolfe 1612’de Batı Hint Adaları’ndan ithal edilen tütün tohumlarını yerli bitkilerle melezledi ve içimi Avrupalıların hoşuna giden yeni bir tür üretti. Bu yeni tür tütünün ilk partisi 1614’te Londra’ya ulaştı. Anılan tütün, on yıl içinde Virginia’nın temel gelir kaynağı haline geldi.
Buna karşın gönence erişilmesi kolay olmadı ve hastalıklar ve Kızılderili saldırıları sonucu ölüm sayısı olağanüstü oranda yüksek kaldı. 1607’den 1624’e kadar koloniye yaklaşık 14.000 kişi göç etmişti; fakat, 1624’te orada ancak 1.132 kişi yaşamını sürdürüyordu. Aynı yıl, bir kraliyet komisyonunun önerisine uyan Kral, Virginia Şirketi’ni feshetti ve onu bir kraliyet kolonisi yaptı.
MASSACHUSETTS
XVI. yüzyıldaki dinsel ayaklanmalar sırasında, Püritenler olarak tanınan bir grub, Anglikan Kilisesi’nde içerden reform yapmaya çalıştılar. Temelde, Katolikliğe özgü törenlerin ve yapılanmaların, daha basit olan Protestan inanç ve tapınma biçimleriyle değiştirilmesini istiyorlardı. Püritenlerin reformcu görüşleri, devlet kilisesinin birliğini yıkarak, halkın bölünmesi ve krallık otoritesinin bozulması tehdidi taşıyordu.
Kurulu Kilise’de hiçbir zaman reform yapılamayacağına inanan radikal bir Püriten mezhebi olan Ayrılıkçılar (Separatists) 1607’de Hollanda’nın Leyden kentine gittiler ve Hollandalılar onlara sığınma hakkı tanıdılar. Buna karşın, Calvenci Hollandalılar, sığınmacılara yalnız düşük ücretli işler verdiler. Grubun bazı mensupları bu ayırımcılıktan bunaldılar ve Yeni Dünya’ya göç etmeyi kararlaştırdılar.
Leyden Püritenlerinden bir kesimi 1620’de Virginia Şirketi’nden bir toprak imtiyazı sağladı ve 101 kadın, erkek ve çocuktan oluşan bir grub Mayflower gemisiyle Virginia’ya hareket etti. Bir fırtına onları kuzeye sürükledi ve Cape Cod’un New England bölgesinde karaya çıktılar. Kendilerinin herhangi bir hükümetin yetki alanı dışında olduğuna inandıkları için, kendi seçtikleri önderleri tarafından kaleme alınacak “adil ve eşit yasalar”a uymayı kabul eden bir resmi belge hazırladılar. Bu “Mayflower Sözleşmesi”ydi.
Mayflower Aralık ayında Plymouth limanına geldi; yolcular süresince yerleşim birimlerini kurmaya başladılar. [Çevirmenin notu: Anılan ilk yerleşimden yaklaşık iki yüzyıl sonra bulunan bir belgede, onlardan “hacca giden evliyalar” olarak söz edildiği görüldü ve bu yolculara “Pilgrim” (Hacı) denilmeye başlandı. Bu çeviride de aynı ad kullanılmıştır.] Kolonicilerin yaklaşık yarısı doğa koşulları ve hastalık yüzünden öldüler; ancak, komşu Wampanong Kızılderilileri onları hayatta tutacak bir bilgi verdiler: mısır nasıl yetiştirilir. Bir sonraki sonbahara gelindiğinde Pilgrimler, zengin mısır ürünü elde etmişler ve kürk ve keresteye dayalı büyüyen bir ticarete sahip olmuşlardı.
1630’da, Kral I. Charles’tan koloni kurma imtiyazı almış bulunan yeni bir göçmen dalgası Massachusetts Körfezi’ne geldi. Bunların pek çoğu, İngiltere’de dinsel inançlarının gereğini yapmaları giderek daha çok engellenen Püritenlerdi. Önderleri John Winthrop, Yeni Dünya’da açıkça “bir tepenin üzerinde kent” yaratmaya girişti. Böylelikle anlatmak istediği, Püritenlerin kesinlikle kendi dinsel inançları uyarınca yaşayacaklarıydı.
Massachusetts Körfezi Kolonisi tüm New England bölgesinin kalkınmasında önemli bir rol oynadı ve bunun bir nedeni de, Winthrop ve onun Püriten meslektaşlarının imtiyaz belgelerini beraberlerinde getirebilmiş olmalarıydı. Böylece, koloninin yönetimi İngiltere’de değil Massachusetts’te yerleşik oluyordu.
İmtiyazın hükümlerine göre, güç Yüksek Kurul’un (General Court) elindeydi ve kurulun üyeleri, Püriten Kilisesi üyesi olmaları gerekli “özgür yerleşimciler”den (freemen) oluşuyordu. Bu yöntem, Püritenlerin kolonideki hem siyasal hem de dinsel egemen güç olmalarını güvence altına alıyordu.Valiyi Yüksek Kurul seçiyordu. Bir sonraki kuşak döneminin büyük kesiminde John Winthrop vali olmuştu.
Püritenlerin katı tutucu yönetimini herkes beğenmiyordu. Yüksek Kurul’a ilk baş kaldıranlardan biri Roger Williams adında genç bir din adamıydı ve Kızılderililerin topraklarına koloni tarafından el konulmasına ve koloninin İngiltere Kilisesi ile olan ilişkilerine karşı çıkıyordu.
Koloniden kovulan Williams 1636’da, günümüzde Providence, Rhode Island olan bölgede Narragansett Kızılderililerinden toprak satın aldı. Orada, kilise ile devletin kesinlikle ayrı olduğu ve dinsel özgürlüğün uygulandığı ilk Amerikan kolonisini kurdu.
Massachusetts’ten ayrılanlar yalnız Williams gibi kilise karşıtları değildi. Daha verimli topraklar ve daha iyi fırsatlar peşinde olan Tutucu Püritenler da kısa bir süre sonra Massachusetts Körfezi Kolonisi’ni terke başladılar. Sözgelimi, Connecticut Nehri Vadisi’nin üretkenliğine ilişkin haberler, verimsiz topraklarda zor günler geçirmekte olan çiftçilerin ilgisini çekti. 1630’ların başlarında çok kişi, düzlük arazide derin ve zengin toprağa kavuşabilmek için Kızılderili saldırısı tehlikesini göze almaya hazırdı. Bu yeni toplumlarda, kilise üyeliği oy verebilmenin ön koşulu olmaktan çok kez çıkarıldı ve giderek daha çok sayıda erkeğin oy sahibi olmasına yol açıldı.
Aynı zamanda, Yeni Dünya’nın sunduğu düşünülen toprak ve özgürlüğe sahip olmayı isteyen göçmen sayısı her geçen gün daha da çoğaldıkça, New Hempshire ve Maine kıyıları boyunca başka yerleşim birimleri de ortaya çıkmaya başladı.
NEW NETHERLAND VE MARYLAND
Hollanda Batı Hindistan Şirketi tarafından görevlendirilen Henry Hudson, 1906’da, günümüzde New York kentinin bulunduğu bölge çevresinde ve kendi adının verildiği nehrin kıyılarında, olasılıkla New York’un Albany kentinin kuzeyinde bir noktaya kadar uzanan keşiflerde bulundu. Hollandalıların bölgeye bundan sonra yaptıkları seyahatler, gelecek yıllardaki hak iddialarına ve ilk yerleşimlere temel oluşturdu.
Kuzeydeki Fransızlar gibi, Hollandalılar da başlangıçta kürk ticaretiyle ilgilendiler. Bu amaçla, kürk sağlanabilecek bölgeye erişimde anahtar rol oynayan Iroquois Kızılderililerinin Beş Ulusu ile yakın ilişkiler geliştirdiler. Hollandalı yerleşimciler 1617’de, Hudson ve Mohawk nehirlerinin birleştiği noktada, şimdi Albany kentinin bulunduğu yerde bir kale kurdular.
Manhattan adasında yerleşim 1620’lerin ilk yıllarında başladı. Rivayet edildiğine göre, ada 1624’te bölgedeki Kızılderililerden 24 dolar karşılığında satın alındı. Hemen ardından da adaya New Amsterdam adı verildi.
Hollandalılar, Hudson Nehri bölgesinde yerleşimleri çekici kılmak için, “patroon” (efendi) sistemi denilen bir tür feodal aristokrasi geliştirdiler. Bu çok büyük malikanelerin ilki 1630’da Hudson Nehri kıyılarında kuruldu.
Patroon sistemi uyarınca, dört yıllık bir süre içinde malikanesine 50 yetişkin kişi getirebilen her hisse senedi sahibine ya da patroon’a, nehre 25 kilometrelik kıyısı olan bir arazi veriliyor, özel balık ve kara avı yapma ayrıcalığı sağlanıyor, arazisi üzerinde hukuki ve cezai yetki tanınıyordu. Buna karşılık olarak, malikane sahibi, hayvanları, aletleri ve binaları sağlıyordu. Yerleşim kuranlar da, patroon’a kira ödüyor ve üretim fazlası alımı için öncelik tanıyorlardı.
Daha güneyde, Hollandalılarla bağlantısı olan bir İsveç ticaret şirketi, bundan üç yıl sonra, Delaware Nehri kıyısında ilk yerleşim bölgesini kurmayı denedi. Konumunu pekiştirecek kaynakları bulunmayan New Sweden, giderek New Netherland ve daha sonra da Pennsylvania ve Delaware içinde eridi.
1632’de Calvert ailesi, Kral I. Charles’tan Potomac Nehri’nin kuzeyinde, sonraları Maryland diye bilinen arazide bir imtiyaz aldı. İmtiyaz, Protestan olmayan kiliselerin kurulmasını açıkça engellemediği için, aile, Katolik olan dostlarını orada yerleşme konusunda cesaretlendirdi. Maryland’daki ilk kent olan St.Mary’s, Potomac Nehri’nin Chesapeake Körfezine döküldüğü noktaya yakın bir yerde 1634’te kuruldu.
Calvert’ler, bir yandan Anglikan İngiltere’de giderek artan bir baskı karşısında kalan Katoliklere barınak sağlarken, bir yandan da karlı malikaneler yaratmak istiyorlardı. Hem bu amaca erişmek hem de İngiltere Hükümetiyle sorun çıkarmamak için, Protestan göçünü de teşvik ettiler.
Calvert ailesine verilen imtiyaz, bir feodal ve çağdaş öğeler karması içeriyordu. Bir yandan, malikaneler yaratma gücüne sahiplerdi. Buna karşın, yasaları ancak özgür yerleşimcilerin izni ile geliştirebiliyorlardı. Yerleşimcileri çekebilmek ve mülklerinden kar sağlayabilmek için, onlara sadece malikanelerde kiracılık değil aynı zamanda çiftlikler sunmaları gerektiğinin farkına vardılar. Bunun sonucu olarak, bağımsız çiftliklerin sayısı çoğaldı ve çiftlik sahipleri koloniyle ilgili konularda söz sahibi olmayı istediler. İlk Maryland yasama meclisi 1635’te toplandı.
KOLONİ-KIZILDERİLİ İLİŞKİLERİ
1640’a gelindiğinde İngilizler New England kıyısında ve Chesapeake Körfezinde güçlü koloniler kurmuş bulunuyorlardı. İki bölge arasında Hollandalılar ve küçük İsveç toplumu vardı. Batıda ise yerli Amerikalılar yani Kızılderililer yaşıyorlardı.
Bazan dost bazan düşman olan Doğu kabileleri artık Avrupalılara yabancı değillerdi. Kızılderililer yeni teknolojilerle ve ticaretle içli dışlı olmaktan yararlanmakla birlikte, ilk yerleşimcilerin getirdikleri hastalıklar ve sürekli yeni arazi elde etmek için sergiledikleri büyük hırs, onların uzun yıllardır alışık oldukları yaşam biçimine karşı ciddi bir tehdit oluşturuyordu.
Başlangıçta Avrupalı yerleşimcilerle yürütülen ticaret belirli yenilikler getirdi: bıçaklar, baltalar, silahlar, kap kaçak, olta iğneleri ve çok sayıda yeni alet ve edevat. Ticarete ilk girişen Kızılderililer, bunu yapmayan rakipleri karşısında önemli bir kazanım sağladılar.
Avrupalılardan gelen talebe karşılık olarak, Iroquois gibi kabileler, kürk hayvanları yakalamak için tuzak kurmaya XVII. yüzyıl boyunca büyük önem verdiler. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar, kürk ve post ticareti, kabilelerin kolonicilerden mal satın almaları için kaynak oluşturdu.
İlk kolonici-Kızılderili ilişkileri, pek rahat olmayan bir işbirliği ve çatışma karışımıydı. Bir yandan, Pennsylvania tarihinin ilk elli yılında, örnek sayılacak ilişkiler egemendi. Diğer yandan, değişmez bir biçimde Kızılderili yenilgisi ve daha fazla toprak kaybıyla sonuçlanan uzun süreli anlaşmazlıklar, çatışmalar ve savaşlar oluyordu.
Önemli Kızılderili ayaklanmalarının ilki 1622’de Virginia’da görüldü ve aralarında Jamestown’ne yeni gelmiş olan misyonerlerin de bulunduğu 347 beyaz öldürüldü. 1637’de, yerel kabilelerin Connecticut Nehri yerleşimini engellemeye çalışmaları üzerine başlayan Pequot Savaşı bunu izledi.
Öncüler’le 1621’de ilk kez barış yapmış olan kabile reisinin oğlu Phillip, Avrupalıların daha fazla Kızılderili toprağı işgalini engellemek için 1675’te güney New England kabilelerini birleştirmeye çalıştı. Ancak, Phillip savaş sırasında öldü ve çok sayıda Kızılderili esir olarak satıldı.
Bundan beş yıl sonra, yaklaşık 5.000 kilometre batıda, New Mexico’nun Taos kenti dolaylarında, Pueblo Kızılderilileri İspanyol misyonerlere karşı ayaklandılar. İzleyen on iki yıl boyunca Pueblolar eski topraklarına yeniden egemen olduktan sonra, İspanyollar buraları tekrar ele geçirdiler. 60 yıl kadar sonra, yeni bir Kızılderili ayaklanması yaşandı ve günümüzde Arizona olan bölgede Pima Kızılderilileri İspanyollarla çatıştılar.
Doğu kolonilerinin meskun olmayan bölgelerine sürekli biçimde yerleşimci gelmesi Kızılderililerin yaşamını altüst etti. Av hayvanlarının giderek daha yaygın olarak öldürülmesi yüzünden kabileler, aç kalma, savaşma ya da batıya göç edip oradaki kabilelerle çatışmaya girme seçimi yapmak zorunda kaldı.
New York ve Pannsylvania’nın kuzeyinde Ontario ve Erie Göllerinin güneyinde yaşayan Iroquois Kızılderilileri, Avrupalıların yayılmasına direnme konusunda daha başarılı olmuşlardır. 1570’te beş kabile birleşerek, o günlerdeki en demokratik kuruluşu olan “Ho-De-No-Sau-Nee”yi ya da Iroquois Birliği’ni oluşturdular. Birlik, beş üye kabilenin 50’şer temsilcisinden oluşan bir konsey tarafından yönetiliyordu. Konsey, kabilelerin ortak sorunlarıyla ilgileniyordu: fakat, özgür ve eşit kabilelerin günlük işlerini nasıl yürütecekleri konusunda söz hakkı yoktu. Hiçbir kabilenin tek başına savaş başlatmasına izin verilmiyordu. Konsey, cinayet gibi suçlarla ilgilenmek için yasalar yapıyordu.
Birlik 1600’lerde ve 1700’lerde sağlam bir güç olarak sürdü. İngilizlerle kürk ticareti yürüttü ve 1754-1763 arasında, Amerika’da egemenliği sağlamak için Fransızlara karşı yaptıkları savaşta onlarla birlikte davrandı. İngilizler, Iroquois Birliği’nin desteği olmasaydı belki de savaşı kazanamazlardı.
Birlik, Amerikan Devrimi’ne kadar güçlü olarak kaldı. Konsey devrim günlerinde, ilk kez, kimi destekleyeceği konusunda oybirliğiyle karar alamadı. Üye kabileler kendi başlarına karar verdiler ve bazıları İngilizlerle, bazıları da kolonicilerle birlikte savaşırken bazıları da tarafsız kaldılar. Bunun sonucu olarak, herkes Iroquois Kızılderililerine karşı savaştı. Büyük kayıplara uğrayan Birlik de bir daha toparlanamadı.
İKİNCİ KUŞAK İNGİLİZ KOLONİLERİ
XVII. yüzyıl ortalarında İngiltere’de süren dinsel çatışmalar yüzünden göçler sınırlandı ve anavatan yeni kurulan Amerikan kolonileriyle daha az ilgilenmeye başladı.
Kısmen İngiltere’nin ihmal ettiği savunma önlemlerini sağlamak için Massachusetts Körfezi, Plymouth, Connecticut ve New Haven kolonileri, 1643’te New England Konfederasyonu’nu oluşturdular. Bu, Avrupalı kolonicilerin bölgesel birlik sağlamaya yönelik ilk girişimleriydi.
İngiliz yerleşimcileri tarihinin ilk yılları incelendiğinde, kendi aralarında ve komşuları ile güce erişmek ve önemli bir konum elde etmek isteyen grublar arasında, dinsel ve siyasal konularda büyük bir rekabet sürdüğü görülür. Özellikle Maryland, Oliver Cromwell döneminde İngiltere’yi etkileyen yoğun dinsel rekabetin acısını çekti. Kayıplardan biri, 1650’lerde eyaletin Hoşgörü Yasası’nın kaldırılması oldu. Ancak, çok geçmeden yasa yeniden yürürlüğe konuldu ve güvence altına aldığı dinsel özgürlük de geri geldi.
1675’te, kolonilerde Kral’ın yetkilerine karşı ilk önemli başkaldırı olan Bacon İhtilali patlak verdi. Virginia’daki yerleşimcilerle Susquehannock Kızılderilileri arasındaki bir çatışma ilk kıvılcımı oluşturdu; fakat kısa bir süre sonra, sıradan çiftçiler, büyük çiftlik sahiplerinin zenginliği ve ayrıcalığı ve Virginia Valisi William Berkeley ile karşı karşıya geldiler.
Tütün fiyatlarının düşüklüğünden ve yaşam koşullarnın ağırlığından yakınan küçük çiftçiler, kısa bir süre önce İngiltere’den gelmiş olan Nathaniel Bacon’un çevresinde toplandılar. Berkeley, Bacon’a Kızılderililere karşı baskın düzenleme görevi vermeyi reddetti; ancak, 1661’den beri değişmemiş olan Temsilciler Meclisi (House of Burgesses) için yeni seçimler yapılmasını onayladı.
Berkeley’in emirlerine karşı çıkan Bacon, dost Ocaneechee kabilesine karşı bir saldırı başlattı ve kabileyi hemen hemen yok etti. Eylül 1676’da Jamestown’a dönerek kenti yaktı ve Berkeley’i kaçmak zorunda bıraktı. Eyaletin büyük bir kesimi artık Bacon’un yönetimi altındaydı. Ancak, Bacon’un zafer günleri uzun sürmedi ve bir ay sonra geçirdiği bir humma sonucu öldü. Bacon olmayınca isyan da canlılığını yitirdi. Berkley yeniden yönetimi eline geçirdi ve Bacon yandaşlarından 23’ünü astı.
Kral II. Charles’in 1660’ta yeniden tahta geçirilmesiyle İngilizler yeniden Kuzey Amerika ile ilgilenmeye başladılar. Kısa bir süre içerisinde Carolinalarda ilk Avrupalı yerleşim birimleri kuruldu ve Hollandalılar New Netherland’dan uzaklaştırıldılar. New York, New Jersey, Delaware ve Pennsylvania’da mülke dayalı yeni koloniler kuruldu.
Hollanda yerleşim birimleri, genel bir kural olarak, Avrupa’dan atanan otokrat valiler tarafından yönetiliyordu. Yıllar geçtikçe yerel halk onlardan uzaklaşmıştı. Bunun sonucu olarak, İngiliz koloniciler Long Island ve Manhattan’daki Hollanda topraklarına tecavüze başlayınca, halk tarafından beğenilmeyen vali onları savunma için toparlamayı başaramadı. New Netherland 1664’te düştü. Teslim olma koşulları ise ılımlıydı: Hollandalı yerleşimciler mülklerini koruyabilecek ve istedikleri gibi tapınabileceklerdi.
Günümüzde kuzey North Carolina’yı oluşturan bölgenin kıyıları açığındaki Albemarle Boğazı, daha 1650’lerden başlamak üzere, Virginia’dan gelen yerleşimcilerle dolmaktaydı. Yerleşim birimin ilk valisi 1664’te geldi. Günümüzde bile uzakta kalmış bir bölge sayılan Albemarle’daki ilk kent, 1704’te bir Fransız Hügenot grubu gelinceye kadar kurulmadı.
1670’te, New England ve Antillerdeki Barbados adasından hareket eden ilk göçmenler, şimdi South Carolina’nın Charleston kenti olan yöreye geldiler. Yeni koloni için, İngiliz filozofu John Locke’nin da katkıda bulunduğu, ayrıntılı bir hükümet sistemi hazırlandı. Sistemin önemli özelliklerinden biri, kalıtsal bir asalet uygulamasına yönelik başarısız girişim oldu. Koloninin en az çekici olan yönü ise, ilk yıllarda uygulanan Kızılderili köle ticareti idi. Ancak zaman geçtikçe, kereste, pirinç ve çivit, koloni için daha saygın bir ekonomik temel oluşturdu.
Massachusetts Körfezi, dinsel temellerle yönetilen tek koloni değildi. Zengin bir Quaker ve II. Charles’in dostu olan William Penn’e, 1681’de Delaware Nehri’nin batısında, sonradan Pennsylvania adını alan, geniş bir arazi verildi. Penn, bu araziye yerleştirmek amacıyla İngiltere’den ve Avrupa kıtasından çok sayıda protestan - Quaker, Mennonite, Amish, Moravian ve Baptist - topladı.
Penn bir yıl sonra geldiğinde, Delaware Nehri kıyılarında Hollandalı, İsveçli ve İngiliz yerleşimci yaşamaya başlamış bulunuyordu. Orada Philadelphia’yı, “Kardeşçe Aşk Kenti”ni kurdu.
Penn inançları uyarınca, o zamanlar başka Amerikan kolonilerinde pek görülmeyen bir eşitlik duygusu çerçevesinde davranıyordu. Bu nedenle, Pennsylvania’da yaşayan kadınlar, Amerika’nın diğer yörelerindekilerden çok önce haklarına kavuştular. Penn ve yardımcıları, koloninin Delaware Kızılderilileriyle olan ilişkilerinde de çok dikkatli davrandılar ve Avrupalıların yerleştiği her arazi parçası için onlara ödeme yapılmasını güvence altına aldılar.
Kurulan 13 koloninin sonuncusu olan Georgia’ya 1732’de yerleşildi. İspanyol Floridası’nın sınırları içinde bulunmamakla birlikte ona çok yakın olan bu bölgenin, İspanyol saldırılarına karşı bir tampon görevi yapması düşünülmüştü. Koloninin benzeri bulunmayan bir başka niteliği daha vardı: Georgia’daki istihkam işleri ile görevlendirilen General James Oglethorpe bir reformcuydu ve bilinçli olarak, yoksullara ve eski mahkumlara yeni fırsatlar tanınmasına yönelik bir barınak yaratmaya başladı.
YERLEŞİMCİLER, KÖLELER VE HİZMETKARLAR
Amerika’da yeni bir yaşam kurmakla pek ilgilenmeyen kişiler, çok kez müteşebbislerin uyguladığı ustaca yöntemler sonucunda, Yeni Dünya’ya gitmeye ikna ediliyorlardı. Sözgelimi William Penn, Pennsylvania kolonisine yeni gelecek olanları bekleyen fırsatların reklamını yapıyordu. Yargıçlar ve hapishane yetkilileri, mahkumlara, tutuklu kalmak yerine Georgia gibi kolonilere göç etme şansı tanıyorlardı.
Buna karşın, pek az kolonici, yeni ülkede yaşama başlamak için, ne kendilerinin ne de ailelerinin yol parasını karşılayabilecek durumdaydı. Belirli durumlarda gemi kaptanları, yoksul göçmenlerle ilgili hizmet sözleşmeleri - bunlara sözleşmeli hizmetkar deniliyordu - satarak büyük ölçüde ödüllendiriliyorlar ve gemilerini alabildiğince yolcuyla doldurmak için sınırsız vaadlerden adam kaçırmaya kadar her türlü yöntem kullanılıyordu.
Belirli durumlarda da, yol ve geçim giderleri, Virginia ve Massachusetts Körfezi benzeri koloni şirketlerince karşılanıyordu. Buna karşılık sözleşmeli hizmetkarlar, bu şirketler için, genellikle dört yıldan yedi yıla kadar, sözleşmeli işçi olarak çalışmayı kabul ediyorlardı. Bu dönemin sonunda serbest kaldıklarında onlara “özgürlük tazminatı” veriliyor, bazan buna ufak bir arazi parçası da ekleniyordu.
New England’ın güneyindeki kolonilerde yaşayan yerleşimcilerin yaklaşık yarısının Amerika’ya bu yöntemle geldikleri sanılmaktadır. Bunların çoğunun yükümlülüklerini sadakatle yerine getirmelerine karşın, bazıları da işverenlerinden kaçtılar. Yine de pek çoğu, sonuçta, ya ilk yerleştikleri kolonide ya da komşu kolonilerde arazi sahibi olmayı ve evlerini kurmayı başardılar. Amerika’daki yaşamına bu yarı-bağımlılık yoluyla başlayan ailelere, toplumda hiçbir zaman aşağılayıcı gözle bakılmadı. Her kolonide, eskiden sözleşmeli hizmetkarlık yapmış önderler bulunuyordu.
Bu yaklaşımın çok önemli bir istisnası vardı: Afrikalı köleler. İlk siyahlar, Jamestown’un kuruluşundan hemen 12 yıl sonra, 1619’da Virginia’ya getirildiler. Başlangıçta bunların çoğuna, ileride özgürlüklerini kazanabilecek sözleşmeli hizmetkarlar olarak bakılıyordu. Buna karşın 1660’larda, Güney kolonilerindeki büyük çiftliklerde işçi talebi arttıkça, anılan yerlerde kölelik kurumu kökleşmeye başladı ve Afrikalılar, istekleri dışı ömür boyu hizmet yapmak için zincire vurularak Amerika’ya getirildiler.
ANASAZİLERİN KALICI SIRRI
Colorado ve New Mexico’nun engebeli “mesa”larında ve “kanyon”larında kurulmuş olan, zamanla aşınmış pueblolar ve çarpıcı “uçurum kentleri”, Kuzey Amerika’nın ilk halklarından olan Anasazilerin (Novajo dilinde “ihtiyarlar” anlamına gelen bir sözcük) yerleşim alanlarıdır.
MÖ 500 yılında, Anasaziler Kuzeybatı Amerika’daki belirgin ilk köylerden bazılarını kurmuş olup avlanıyor ve mısır, kabak ve fasulye yetiştiriyorlardı. Anasaziler yüzyıllar boyunca kalkınarak gelişmiş barajlar ve sulama ağları kurdular; başarılı ve belirgin bir çömlekçilik geleneği yarattılar; günümüz Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en çarpıcı arkeoloji alanları arasında bulunan çok odalı ve karmaşık yerleşim birimlerini sarp uçurumların kayalık yüzlerine oydular.
Buna karşın, 1300’e gelindiğinde Anasaziler, tekrar dönmeyi düşünmüş gibi, çömleklerini, aletlerini ve hatta giysilerini geride bırakarak yerleşim bölgelerini terk etmişler ve sanki tarihin derinliklerinde kaybolmuşlardı. Vatanları, Navajolar ve Uteler gibi yeni kabileler ve daha sonra da İspanyol ve diğer Avrupalı yerleşimciler gelinceye kadar bir yüzyıldan fazla boş kaldı.
Anasazilerin tarihi, yaşamak için seçtikleri güzel fakat haşin yöreye sıkı sıkıya bağlıdır. Toprakta kazılmış basit çukur-evlerden oluşan ilk yerleşim birimleri, giderek toplantıların ve dinsel ayinlerin yapıldığı yeraltı mağaralarına (kiva) dönüştü. Sonraki kuşaklar, kare biçiminde taş pueblolar yapmak için duvarcılık teknikleri geliştirdiler; fakat, Anasazilerin yaşam biçimindeki en çarpıcı değişiklik, hala bilinmeyen nedenlerle, tepesi düz mesaların dik yamaçlarında oydukları şaşırtıcı ve çok katlı yerleşim birimlerine geçmeleri oldu.
Anasaziler, yüzyıllar boyunca çok yavaş değişime uğrayan bir komün toplumu olarak yaşadılar. Bölgedeki diğer halklarla ticaret yaptılar; ancak, savaştıklarını gösteren kanıtlar çok az ve uzun zaman aralıklıdır. Anasazilerin dinsel önderleri, diğer önde gelen kişileri ve usta sanatçıları bulunmasına karşın, toplumsal ya da sınıfsal ayırımlar hemen hemen hiç yoktu.
Uçurum yerleşimlerinin kurulmasında ve sonuçta terk edilmesinde kuşkusuz dinsel ve toplumsal nedenler rol oynamıştır; fakat, koşulların giderek kötüleştiği bir ortamda, olasılıkla besin sağlama çabaları önde gelen etken olmuştur. Nüfus arttıkça, çiftçiler mesalarda daha geniş alanları ekmeye başlamışlar, böylelikle bazı topluluklara pek az toprak kalmış, bazıları da mesaların üstünü terk edip uçurumlara yerleşmişlerdir. Yine de Anasaziler, sürekli kullanma yüzünden toprağın verimliliğini yitirmesini durduramadıkları gibi bölgede zaman zaman görülen kuraklığa da dayanamamışlardır. Sözgelimi, ağaçlardaki yaş çemberlerinin incelenmesinden anlaşıldığına göre, 1276’dan 1299’a kadar 23 yıl süren kuraklık, son Anasazi grublarının kesin olarak bölgeden ayrılmalarına yol açmıştır.
Anasaziler atalarının topraklarını terk etmekle birlikte tümüyle yok olmamışlardır. Mirasları, geride bıraktıkları çarpıcı arkeolojik kalıntılarda ve torunları olan Hopiler, Zuniler ve diğer Pueblo halklarında yaşamaktadır.
|
11 Ağustos 2019 Pazar
İLK AMERİKALILAR
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder