27 Ocak 2020 Pazartesi

Şempanzeler Eski Diktatörlerini Öldürdü ve Yedi






                               Diktatörün hazin sonu. F: Jill D. Pruetz

Şempanzeler Eski Diktatörlerini Öldürdü ve Yedi


Senegal’deki bir grup şempanze, eski iktidarını tekrar kazanmak isteyen diktatörlerini döverek öldürdü ve yedi.
Tüyler ürpertici bir sahneydi. Vücudunda birçok yara vardı ve saatlerce Senegal’in sıcak savanasında yerde öylece yatmasına rağmen hala kanlar akıyordu. Kendi topluluğu tarafından taşlarla ve sopalarla dövülerek öldürüldükten sonra yenen kurban, adı Foudouko olan bir Afrika şempanzesiydi.


Bu olay, şimdiye kadar gruptaki şempanzelerin, komşu kabileden birini öldürmek yerine kendi yetişkin erkeklerini öldürdükleri görülen dokuzuncu olay. Bu tür grup içi cinayetler nadir görülüyor ancak Minnesota Üniversitesi’nden Michael Wilson, erkeklerin koalisyon kurması gibi şempanze davranışlarına ilişkin değerli bilgiler sunduğunu söylüyor.
Wilson, “Peki bu koalisyonlar neden bazen başarılı olurken genellikle başarısız oluyor? Bu soru, şempanzelerin ve hatta bizim türümüzün hayatlarının merkezindeki çatışma ve işbirliği arasındaki gerilimin kalbinde bulunuyor.” diyor.
Şempanzeler genellikle yetişkin erkeklerden ziyade yetişkin dişilerin daha çok bulunduğu gruplarla yaşar. Fakat söz konusu bu grupta durum tam tersiydi.
Wilson, “Bu düzen tersine dönerse ve neredeyse her bir dişi başına iki erkek düşerse, üreme rekabeti gerçekten kızışır. Bu vakadaki anahtar faktör bu gibi duruyor.” diyor.
2001 yılından beri Senegal’in güneydoğusunda bu şempanze grubunu araştıran Iowa State Üniversitesi’nden Jill Pruetz, bu vakada insan etkisinin, şempanze grubunda cinsiyet oranlarındaki çarpıklığa etkisi olabileceğini ve cinayetin arkasında da bunun yatıyor olabileceğini belirtiyor. Senegal’de dişi şempanzeler, yavrularının satışları için kaçırılıyor.

İktidarı kaybetmek

13 yıl önce Foudouko, Fongoli Savanası Şempanze Projesi’nin bir parçası olarak Fongoli çalışma alanındaki şempanze klanlarından birinde güç sahibi oldu. Araştırmacılara göre Faudouko, bir alfa erkek olarak bir çeşit tiran gibiydi.
Foudouko, ergenliğinin ilerleyen safhalarında alfa statüsü kazandı ve Mamadou adındaki şempanze yardımcısı ile hüküm sürdü. 2007 yılında Mamadou ağır yaralandı ve haftalarca gruptan ayrıldı. Döndüğünde oldukça zayıflamıştı ve sosyal hiyerarşide daha düşük bir yer edinebildi.
Foudouko, artık güçsüz olan yardımcısı Mamadou ile işbirliği yapınca, grubun diğer bireyleri tarafından dışlandı ve daha sonra devrildi. Şempanze toplumunun uzaklarında yıllarca yalnız yaşıyordu ve sadece yılda bir veya iki kez araştırmacılar tarafından gözlemleniyordu.
Fongoli’deki şempanze grupları oldukça izole edilmişti. Bu nedenle Foudouko’nun bir arkadaş bulmak için tek şansı gruba tekrar katılmaktı. 2013 yılında, kardeşi David’in alfa statüsünü kazanmasıyla, Mamadou tekrar beta statüsüne yükselmişti. Foudouko’yu tekrar aralarına kabul ettiler ancak grubun diğer üyeleri onu belirli aralıklarla kovalıyordu.
Pruetz, “Hiyerarşik sıralamada beş genç erkek şempanze vardı ve bunların hiçbiri Foudouko’nun tekrar aralarında bulunmasını istemiyordu. Foudouko eski statüsünü tekrar kazanmayı deniyordu fakat bu davranışlar yapabileceği en yanlış şeydi.” diyor.

Organize saldırı

Bir sabah erken saatlerde Pruetz ve ekibi, şempanzelerin uyuduğu yerden çığlıklar ve bağırış sesleri duydu. Ölü olarak buldukları Foudouko’nun sağ ayağından ısırılmış olduğunu ve kanlar içinde yerde yattığını gördüler. Sırtında derin bir kesik ve yaralı bir anüsü vardı. Daha sonra kaburgalarının da kırık olduğu tespit edildi. Pruetz, Foudouko’nun muhtemelen iç kanamadan ya da ayağındaki yara nedeniyle kan kaybından öldüğünü söyledi.
Aynı zamanda Foudouko’nun parmaklarında da yaralar vardı. Bu yaraların saldırı sırasında diğer şempanzeler tarafından tutulurken oluştuğu düşünülüyor.
Foudouko’nun ölümünden sonra şempanzeler onun cesedine saldırmaya, taş atmaya ve sopalarla vurarak kaburgalarını kırmaya devam ediyordu. Hatta ısırıyorlar ve etinden de yiyorlardu.
Pruetz, “Bu çok çarpıcıydı. Onun ölü bedeninden en çok yiyen dişi, gruptaki en üst kıdemdeki iki şempanzenin annesiydi. Oğulları ise Foudouko’nun bedenine agresif olarak saldırmayan tek şempanzelerdi. Hatta Mamadou, eski partnerini kaldırmaya çalıştı.”
Doğu Afrika’da şempanzeler üstüne çalışan Wilson, “Şempanzeler ölümü anlayabiliyor mu? Eğer anlayabiliyorlarla bu açık bir şekilde görülmüyor. Bireylerin öldüğünden emin olmak için nabız veya nefesini kontrol etmeyi bilmediklerini düşünüyoruz. Bu yüzden birini öldürdükten sonra onu dövmeye devam ettiklerini görüyoruz. Fakat yamyamlık sıradışı bir olaydı.”
Pruetz, Foudouko’nun ölümünden sonra aynı saldırgan genç erkekler tarafından Mamadou’nun da gruptan atıldığını söylüyor.



New Scientist. 30 Ocak 2017.
Makale: Pruetz, J. D., Ontl, K. B., Cleaveland, E., Lindshield, S., Marshack, J., & Wessling, E. G. Intragroup Lethal Aggression in West African Chimpanzees (Pan troglodytes verus): Inferred Killing of a Former Alpha Male at Fongoli, Senegal. International Journal of Primatology, 1-27.

Meksika’da 2700 Yıllık İnsan Eti Pişirme Tarifi Ortaya Çıktı



Meksika'da 2700 Yıllık İnsan Eti Pişirme Tarifi Ortaya Çıktı
                                          Örneklerin alındığı insan kemikleri.

Meksika’da 2700 Yıllık İnsan Eti Pişirme Tarifi Ortaya Çıktı


Meksiko’nun yakınındaki Tlatelcomila şehrinde MÖ. 700-500 yılına tarihlenen kemikler, burada yaşayanların yamyamlık yaptığını gösteriyor. Mezoamerika’nın Klasik Öncesi Dönemi’ne tarihlenen kemiklerde kesik izleri ve yüzlerde tahrip görüldü, ve yüksek ısıya maruz kaldığı fark edildi. 18 erkek, kadın ve çocuğun parçalar halindeki kalıntılarında etlerinin kesildiğine ve ölüme yakın bir zamanda kemiklerinin kırıldığına dair kanıtlar var.
Arkeometri dergisinde yayımlanan makalede araştırmacılar, kimyasal ve fiziksel inceleme yöntemleri kullanarak bu insanların etlerinin nasıl muamelelere maruz kaldığını ve nasıl pişirildiğini araştırdı.

Bulunan kemiklerin çoğunda hafif bir sarı ya da kırmızı renk görülüyordu. Arkeologlar da kemiklerin düşük bir ısıda mı pişirildiğini, kasıtlı olarak mı renklendirildiğini, yoksa rengin belli bir pişirme yönteminden mi kaynaklandığını merak ediyordu.
Uzmanlar insan kemiği örneklerini incelemek için X ışını kristalografisi, taramalı elektron mikroskobu, geçirimli elektron mikroskobu, atomic kuvvet mikroskobu, ve kızılötesi spektroskopisi kullandı.

Eti Pişirme Yöntemine Göre Farklı Renkler

Bu kimyasal analizler sonunda araştırma başkanı Trujillo-Mederos ve meslektaşları bütün kemiklerin pişirildiğini kanıtlamakla kalmadı, ayrıca kemiklerin bazılarının kızartıldığını, bazılarının da haşlandığını gösterdi. Hem haşlamanın hem de kızartmanın Mezoamerikan ritüel yamyamlık (anthropophagy) geleneğinde görüldüğünü belirten yazarlar, bu yüzden böyle iki farklı pişirme yöntemi olmasını çok şaşırtıcı bulmadı.
Fakat kemiklerin rengi hala ateşte kızartmak ya da suda haşlamakla açıklanamıyordu. Bazı örneklerde, ölüm sonrasında kemiklerin zencefille ovulması kemikte kırmızı ya da sarı bir renge neden oluyor.

Meksika'da 2700 Yıllık İnsan Eti Pişirme Tarifi Ortaya Çıktı
Yapılan analizler ise kemikte renklerin ölümden sonra değil, ölümün gerçekleştiği dolaylarda ortaya çıktığını gösteriyordu. Kızartılmış kemiklerde “etin suyu kemiğin etrafında toplanıp içine az oranda nüfuz etmiş.” Yani “Isı yükseldikçe etten çıkan kan kırmızı lekelere neden olmuş” diyor araştırmacılar.
Haşlanmış kemikler ise sarının farklı tonlarına sahipti. Bu da düşük ateşte, annatto (renkli bir baharat), pipian (bir tür balkabaği) ya da şili biberi gibi renkli malzemelerle pişirildiğini gösteriyor. Bu baharatlar “karotenoid” adı verilen ve yemekleri, kumaşları, saç ve hatta kemiği boyamak için kullanılan biyolojik pigmentlerle doludur.
Solda annatto, ortada şili, sağda pipian
                                   Solda annatto, ortada şili, sağda pipian

Bu sonuçları test etmek için araştırmacılar bir inek kemiğini annatto çözeltisi içinde haşladılar. Annatto günümüzde de hala Meksika mutfağında kullanılıyor. Araştırmacılar bu deneyin sonucuyla ilgili olarak “Haşlama sonucu inek kemiğinde, arkeolojik kemiklerde görülenle aynı renk ortaya çıktı. Bu da kemik yüzeyi renginin, baharatlı yemekler pişirilmesine bağlı olduğunu gösteriyor” diyor.
Araştırmacılar, kemiklerin renklerindeki farkların, Mezoamerika’da kullanılan tariflerdeki farklılıklara bağlanması gerektiği sonucuna varıyor. Tlatelcomila haşlanmış kemiklerinin yüzey renginin sıcaklık, pişirme süresi, ve sudaki diğer malzemelerle açıklanabileceğini belirtiliyor.
Araştırma Meksika’daki antik yamyamların insan etini hazırlamak için kullandıkları tariflerle, mısır ya da diğer normal yemekler için kullandıkları tariflerin aynı olduğunu önerdiği için de önemli.
a) Test edilen inek kemiğinin annatto çözeltisinde pişmiş hali. b) Kemik temizlendikten ve yıkandıktan sonra c) Doğal boyanın etkisi görülüyor.
                    a) Test edilen inek kemiğinin annatto çözeltisinde pişmiş hali. b) Kemik temizlendikten ve yıkandıktan sonra c) Doğal boyanın etkisi görülüyor.

Meksika’da Antik Zamanda Yamyamlık

Tlatelcomila’da bulunan kemiklerin hangi insan grubu tarafından hazırlanıp yendiği bilinmese de, bu Meksika’da bulunan ilk yamyamlık kanıtları değil.
Söylentilere göre Xiximes isimli bir kabilenin üyeleri, eğer düşmanlarının ruhunu tüketirlerse, vücutlarını yerlerse, ve kemiklerini ağaçlardan sarkarsa, o yıl iyi bir hasat yapacaklarına inanıyordu. 2011’de bir grup araştırmacının keşfettiği pişirilmiş ve oyulmuş insan kemikleri bunun sadece bir söylenti ya da abartı olmadığını kanıtladı. Keşfedilen pişmiş ve oyulmuş kemikler MS 1425 yılına tarihleniyordu.
Tlatelcomila’da bulunan kemikler bu tarihten çok daha eskiye, MÖ 700-500 yıllarına tarihleniyor. Bu da bu korkunç geleneğin çok uzun bir tarihi olduğunu akla getiriyor.

26 Ocak 2020 Pazar

Kolomb’un Yamyam Baskını İddiaları Doğru Olabilir





Kolomb, “Yeni Dünya” olarak adlandırdığı karaya ayak bastığında, kendisini şiddetli bir yerli kan davasının ortasında bulduğunu iddia ediyor. C:John Vanderlyn tablosu

 Kolomb’un Yamyam Baskını İddiaları Doğru Olabilir

1492’de Kolomb okyanusa açıldı ve yamyamlarla savaştığını iddia etti. Yeni bir araştırmaya göre, kaşifin iddiaları doğru olabilir.
Kristof Kolomb “Yeni Dünya” hakkında pek çok hata yaptı. Deniz ineklerinin denizkızları olduğunu, Bahamaların Asya’nın bir parçası olduğunu ve Karayiplerin yerli halkının yeni Hıristiyan derebeylerine (yani  kendisine) boyun eğmeye istekli “Hintliler” olduğunu düşünüyordu.
Kaşifin günlüğünde yer alan ve bugün bile tartışmalı olan bir iddia da yamyamlar ile ilgiliydi. Kolomb’a göre istilacı yamyam savaşçılar kabilesi (Caniba olarak da bilinirler) 1492 yılında Kolomb karaya ayak bastığında onun ekibini ve Bahamalar yerli halklarını defalarca kuşattılar. Peki bu masallarda gerçeklik payı var mıydı?
Onların yamyam olduğuna dair hiçbir kanıt olmasa da, Caniba, daha çok Karayip yerlileri olarak bilinen gerçek bir Güney Amerikalı grubuydu. Kuzeybatı Amazon bölgesinden bir grup insanın MS 800 yıllarının başlangıcında birçok Karayip adasını kolonileştirdiği biliniyor, ancak arkeolojik kanıtlar, Kolomb’un onlarla karşılaştığını iddia ettiği Bahamalar kadar kuzeye gitmediklerini gösteriyor. Ya Kolomb tekrar yanılmıştı ya da tarihçiler Karayip yerli göçünün tam resmini görmüyorlar.
Scientific Reports dergisinde yayınlanan yeni bir çalışma, Kolomb’un (kısmen) haklı olabileceğini gösteriyor. Araştırmacılar, 800 ve 1542 yılları arasında Karayiplerden 100’den fazla kafatasını (ek olarak Florida ve Panama’dan birkaç kafatasını) analiz ederek, Karayip yerlilerinin gerçekten de Bahamalar’da MS 1000 yılına kadar mevcut olduğu sonucuna vardılar. Yani Kolomb’un, onların baskınları hakkındaki tanımlamaları gerçeğe dayanıyor olabilir.
Florida Doğa Tarihi Müzesi küratörü ve çalışmanın ortak yazarı William Keegan, “Kolomb’un haklı olduğu zamanda, onun hatalı olduğunu kanıtlamak için yıllarca uğraştım: O, alana ulaştığında Kuzey Karayipler’de Karayip yerlileri vardı.” şeklinde belirtiyor.
Karayipler’deki bu kafatası, araştırmacıların her bireyin kökenini takip etmek için kullandıkları 16 yüz özelliğini gösteriyor. C: Ann Ross
Yeni Dünya, Eski Problemler
Kolomb’un kayıtlarında, Yeni Dünya (aslında günümüz Bahamalar’ı) iki ana popülasyona ayrılıyordu: Kolomb’un “dünyanın en iyi insanları” olarak adlandırdığı nazik Aravak insanları ve korkutucu yağmacı yamyamlar Caniba. Yamyam anlamına gelen İngilizce’deki ‘Cannibal’ kelimesi, aslında Kolomb’un Aravaklar’dan öğrendiğini söylediği bir isim olan “Caniba”dan türemişti.
Arkeolojik kanıtlar, Caniba halkının Güney Amerika anakarasından Guadeloupe adasının kuzeyine kadar, Bahamaların yaklaşık 1.600 kilometre güneyinde büyüdüğünü gösteriyor. Yeni çalışmanın yazarları; yine de bu kanıtın yetersiz olduğunu, çoğunlukla çömleklere dayandığını ve tüm hikayeyi anlatmıyor olabileceğini belirtiyor.
Karayip yerlilerinin genişlemesinin daha eksiksiz bir resmini oluşturmak için araştırmacılar, benzerliklerin ve farklılıkların bu insanların kültürel kökenlerini ortaya çıkarabileceğini umarak Karayip Müzesi koleksiyonlarından ödünç alınan 103 kafatasının morfolojik özelliklerini analiz ettiler.
Ekip kafatası yapı analizlerini kullanarak, örnekleri arasında üç farklı göçmen grubu tanımladı. Araştırmacılara göre, günümüz Küba’sına ve Kuzet Antilleri’ne göç eden Karayiplerin ilk yerleşimcileri MÖ 5000 civarında Meksika’da Yucatán Yarımadası’ndan geldiler. Daha sonra, günümüz  Kolombiya ve Venezüellası’dan gelen Aravaklar, MÖ 800 ila 200 yılları arasında Porto Riko’ya göç etti. (Yazarlar, bu göçlerin daha önceki arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkarılan taş aletler ve çanak çömleklerle desteklendiğini ifade ediyor.)
Sonunda, Karayip kolonistleri, Jamaika ve Bahamalar’ın içine doğru genişlemeye devam etmeden önce, MS 800 yıllarında Hispaniola adasına (şimdi Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’ne ev sahipliği yapıyor) ulaşmak için denizi geçtiler. 1000 yılına kadar Aravaklar ve Karayip yerlileri arasında şiddetli çatışmalar başlamış olabilir.
Bu bulgular Kolomb’un Aravaklar’ın saldırgan komşuları tarafından sık sık kuşatıldığı iddialarını doğru kabul ediyor- peki  ya yamyamlık? Keegan’a göre, Karayip yerlilerinin zaman zaman korku salmak için düşmanlarının etini yemesi mümkündü, ancak bunun olduğuna dair gerçek bir kanıt yok.

Live Science. 13 Ocak 2020.
Makale: Ross, A. H., Keegan, W. F., Pateman, M. P., & Young, C. B. (2020). Faces Divulge the Origins of Caribbean Prehistoric Inhabitants. Scientific Reports, 10(1), 1-9.

23 Ocak 2020 Perşembe

SÖYLE TANRINA...BİZE AYI GERİ VERSİN


Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi


SÖYLE TANRINA...BİZE AYI GERİ VERSİN
İspanya kraliyeti adına ve finansmanıyla, uzun bir deniz yolculuğu sonrasında Amerika kıtasına ayak bastı Kolumbus ve adamları. Adaya ayak bastıkları çok olmamıştı ki, uzun beyaz kumsalları çevreleyen ormanlık alanlardan, sonradan 'İndio' diyeceğimiz insanlar çıkmıştı. Birileri gözünü zenginlik, kariyer ve ihtiras bürümüş yeni cağın katolik Hristiyan'ları, diğerleri de taş devrinden öteye hiç gidememiş, pagan ve ilkel yerel Amerikan halkı, Amerika ana kıtasının doğusunda Bahama'ların Guanahani adasını, günümüz San Salvador devleti.
Kolumb'un kendi seyir defterinden aktarımlarına göre, bu anadan doğma dolaşan, gayet iyi beslenmiş koyu renkli insanlar kendilerine hiç bir düşmanlık veya korku göstermeksizin yaklaşmışlar, kısa süre sonra hatta yüzerek onların gemilerine gelip, medeniyetin nice nimetlerine göz atma fırsatı bulmuşlardı. Açtı Kolumb ve eşliğindeki üç geminin tayfası, aylarca kuru gıda tükettikten sonra, yerlilerin getirdikleri bol vitaminli çeşit çeşit meyveler pek bir kıymete binmişti. Ufak tefek hediyeler, rengarenk ve camdan bilyeler ve kolyeler ile de onları kendilerine bağlamayı bilmişlerdi. Alan memnun veren memnundu, ta ki Kolomb'un tayfasından bazıları İndio'lara, küçük gördüklerinden olsa gerek, kötü davranmaya başlamalarına kadar. Oluşan bu hasmane ortam sonrası, İndio'lar beyazlarla her türlü ilişkiyi keser ve adalarına, ormanlarına geri çekilirler. Bu durum Kolumb'un arzu ettiği bir durum olamazdı, İndio'lar onlara Amerikan kıtasının fethinde ve sömürülmesinde zoraki olarak yardımcı olmalarını öngördüğü gibi, şu an bile onlara gıda temini açısından muhtaç durumdaydılar.

Kolomb karaya çıkar ve kabile şefleri ile görüşür, yemek getirmeye devam etmelerini talep ederse de, buna karşı çıkarlar. Ama Kolomb asıl kozunu oynamamıştır henüz, denizci ve kaptan olarak yıldız bilgisine de fazlasıyla haiz idi kendisi.
Kabile şefine derdini anlatmayı başarır, mealen de ''siz bizim hristiyan tanrımızı kızdırdınız, bize yemek vermediniz, o da ayınızı sizden alıp sizi cezalandıracak, onu kızdırmaya da devam ederseniz, sonunda güneşinizi de alıp cezaların en büyüğünü verecek, dünyanızı, hayatınızı söndürecek''.
Henüz beyazların tanrısının ne denli güçlü olduğundan haberi yoktu İndio'ların. Gece olduğunda tüm kabilenin gözü ayı takip etmektedir, her zamanki gibi doğar ve yükselir, fakat sonra birden tamamen kararır ve gri ve kızıl bir duman perdesi arkasında kaybolur, bir daha da ortaya çıkmayacaktır gece boyunca.
Gece bitip güneş çıktığında ise bir nevi mutlu olurlar, henüz güneşi almamıştır onlardan beyazların tanrısı. Felaketlerin henüz en büyüğünü önleme şansları varken, bu şanslarını sonuna kadar kullanmaya niyetlidirler. Sabahın ilk ışıklarında apar topar ne kadar meyve bulurlarsa, hepsini kanolarına yükleyip, Kolumb'un üç gemisine doğru yola çıkarlar. Kolumb elbette pek bir memnun olur İndio'ların bu zihin değişiminden ve bolca gelen taze meyvelerden. Söz verir, onlar adına hristiyan tanrıları ile konuşacağına ve ricacı olacağına, güneşi götürmesin ve ayı da geri getirsin diye.
Kolumbus sözünü tutmuştur, 29 Şubat 1504 gününden sonra ne güneş gitmiştir, ne ay kaybolmuştur, ta ki 4 Kasım 1606 tarihine, bir sonraki tam ay tutulmasına kadar, Bahama semalarında. Teknolojiye ve bilime hakim olmanın, diğer halkları boyunduruk alına alıp, bunu da 'üstün tanrı' kisvesi altında yapmanın devri en geç o gün açılmıştı.

20 Ocak 2020 Pazartesi

Güney Amerikalı şamanlar ayinlerde uyuşturucu kokteyli kullanmış



Güney Amerikalı şamanlar ayinlerde uyuşturucu kokteyli kullanmış

Güney Amerikalı şamanlar ayinlerde uyuşturucu kokteyli kullanmış


Bolivya’da bir kaya sığınağında bulunan yaklaşık bin yıllık şaman kesesinin içinden beş ayrı uyuşturucu çıktı. Arkeolojik kazılarda bir mezardan çıkarılan şaman kesesinin içindeki uyuşturucu kokteyli, Güney Amerikalıların binlerce yıl önce kokain ve ayahuasca kullandığını gösteriyor
PNAS dergisinde & Mayıs tarihinde Melanie J. Miller, Juan Albarracin-Jordan, Christine Moore ve José M. Capriles imzaları ile yayınlanan "Güney Amerika'da 1000 yıllık bir tören paketindeki çoklu psikotropik bitkilerin kullanımına ilişkin kimyasal kanıtlar (Chemical evidence for the use of multiple psychotropic plants in a 1,000-year-old ritual bundle from South America) başlıklı makalede yer alan bilgilere göre;  Bolivya’da bulunan ve 1.000 yıl önce bir şamana ait olabileceği düşünülen aletlerde beş farklı uyuşturucunun izleri tespit edildi.
Araştırmacılar bu keşfin, Güney Amerika’daki tek bir arkeolojik buluntuda tespit edilen en fazla psikoaktif bileşik olduğunu söylüyor. Bu uyuşturucuların elde edildiği bitkiler, bulundukları yayla bölgelerine özgü değillerdi, bu yüzden buraya ticaret ağları veya seyahat eden şamanlar tarafından getirilmiş olabilirler.
Eserler, güneybatı Bolivya’nın Lípez dağlarında bir cenaze alanı olarak hizmet vermiş olabilecek bir yapının içindeki molozların arasında bulundu.
Bulgular arasında şunlar var: 28 cm uzunluğunda bir deri çanta, bir çift tahta buruna çekme tableti, bir buruna çekme borusu, lama kemiğinden bir çift spatula, bir tekstil kafa bandı, kurutulmuş bitki gövdelerinin parçaları ve birbirine dikilen üç tilki burnundan yapılmış bir kese. Buruna çekme tüpü ve tabletler, insan benzeri figürlerden oluşan süslü oymalara sahip.
Radyokarbon tarihlemesi, deri çantanın, yaklaşık beş yüzyıl boyunca güçlü bir And medeniyeti olan Tiwanaku’nun çöküşüyle kabaca örtüşen MS 905 ila 1170 tarihlerine ait olduğunu ortaya koydu.
Tiwanaku kültüründe uyuşturucuların, muhtemelen şifa törenlerinde ve ölülerle temasa geçilebileceğine inanılan dini törenlerde önemli bir rol oynadığı düşünülüyor.
Melanie Miller ve meslektaşları, kese ve bitki saplarından örnekleri analiz etmek için kütle spektrometrisi kullandı. Analizler sonucu beş psikoaktif bileşik tespit edildi: kokain, benzoilekgonin (BZE), bufotenin, harmin ve dimetiltryptamin (DMT).
Kokain ve BZE’nin her ikisi de, Bolivya ve Peru’da yaygın olarak hafif bir uyarıcı etkisi ile çiğnenen veya çay haline getirilen koka yapraklarında bulunuyor. Bu bileşikler daha önce bölgedeki mumyalanmış vücutlarda, hatta annelerinin sütünü tüketmiş olan genç bebeklerin bile saçlarında bulundu.
Harmine ve DMT, çeşitli bitkilerden yapılmış ve yerli Güney Amerika halkı tarafından manevi törenlerde kullanılan ayahuasca’daki aktif maddeler arasındaydı. Başka bir psychedelic bileşik olan Bufotenin, bazı tohumlarda ve bazı kurbağaların derilerinde bulunuyor. Ayrıca mumya saçlarında da tespit edilmişti.
Bu uyuşturucuların mevcudiyeti, deri kesenin bitkilerin ve bunların psikoaktif özelliklerinin geniş bilgisine sahip bir ritüel uzmanına veya şamana ait olabileceğini gösteriyor ve yaprakları, tohumları ve diğer bitki maddelerini saklamak için kullanılmış olabileceğini düşündürüyor.
Tohumlar, buruna çekme tabletlerinde öğütülmüş ve tüp kullanılarak solunmuş olabilir. Ayrıca yapraklar çiğnenmiş veya demlenerek tüketilmiş olabilir.
 New Scientist. 6 Mayıs 2019.

İnsanlar 700.000 Yıl Önce Filipinlerdeydi




İnsanlar 700.000 Yıl Önce Filipinlerdeydi

Bulunan çok sayıdaki taş alet ve kasaplık izleri taşıyan gergedan kemikleri, insanların Filipinlerdeki varlığını 700.000 yıl öncesine çekti.
Homo erectus canlandırması. C: Xavier Rossi/Gamma-Rapho via Getty Images
2007 yılında Callao Mağarasında bulunan ve Callao Adamı olarak adlandırılan Homo Sapiens ayak kemiği ile birlikte, insanların Filipinlerde ilk olarak 67.000 yıl öncesinde yaşadığı düşünülüyordu.
Ancak şimdi bu sayının yaklaşık 11 kat daha fazla olması gerektiği anlaşıldı. Çünkü uluslararası bir araştırma ekibi, ilk insanların Filipinler’de en az 709.000 yıl önce bulunduğuna dair güçlü kanıtlar ortaya koydular. Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, 57 tane taş alet ve kasaplık işlemleriyle eklem yerlerinden ayrılmış bir gergedanın iskeleti bulundu.
Araştırmanın başyazarı Thomas Ingicco, “Şu anda yanıtlanması gereken iki soru var: Bu taş aletleri yapan ve gergedanı kesen kimlerdi? Diğer bir soru ise, taş alet üreticilerinin ve gergedanın Filipinler’in bu pastoral bir bölümüne nasıl yayıldıkları.”
Yeni araştırma birçok ipucu sağlıyor.
İlk olarak, eserlerin ve içerisinde geyiklerin, dev kertenkelelerin, tatlı su kaplumbağalarının ve stegedonların da (fillere ve mamutlara benzer soyu tükenmiş bir tür) bulunduğu hayvanlar, Filipinler’in Luzon adasının kuzeyinde yer alan Cayagan Vadisi’nde bulunmuştu.
Ingicco, “700.000 yıl öncesinde Homo erectus, Asya kıtasının her tarafında bulunuyordu. Çin’de ve Endonezya’daki Java’da fosiller bulunmuştur. Bunların bazıları Kalinga’dan oldukça eski, mesela en eskisi 1.8 milyon yıl öncesine tarihleniyor.” diyor.
Bu nedenle Kalinga’daki alet üreticileri Homo Erectus olmalıydı ve bu insanlar Filipinler’e olası 4 farklı yoldan gitmiş olmalıydı. İlki kuzey yolu, Tayvan üzerinden Çin’den gidilir. Diğeri güney yolu ve Sangihe adaları üzerinden Sulawesi’den  gidilir. Üçüncüsü Güneybatı yolu ve Sulu Takımadaları üzerinden Borneo’dan gidilir. Dördüncüsü ise Kuzeybatı yolu ve Palawan adası üzerinden Borneo’dan gidilir.
Bu yolculuklar belki de bilinçli değildi.
Üzerinde kasaplık işlemleri yapılmış 700.000 yıllık gergedan kalıntısı. C: University of Wollongong
“Adalara kurulan koloniler, mesela tayfun sırasında sahilden koparak yüzen mangrov ağaçları gibi doğal sandalların sayesinde gerçekleşmiş olabilir. Bu tayfunlar sırasında yüzen çok sayıda birleşik nesne (yüzen adalar denilebilir) sayesinde hayvanlar ve hominidler (erken insanlar) adalara gelmiş olmalıydı. Bu tür doğal sallar tarihsel dönemler içinde oldukça iyi belgelendi ve bunlar Luzon Adasının Orta Pleistosen döneminde hominidler tarafından kolonileştirilmesini muhtemel hale getirmişti.”
Bu yüzen adalar arkeolojik olarak kaydedilemez ama o dönem için bir tür deniz aracı olabilir.
Bilim insanları Kalingalı alet üreticilerinin kendi teknelerini, sallarını ya da diğer su ulaşım araçlarını inşa ettiklerini göz ardı edemez. Mesafe o dönem insanlarının yüzmesi için çok uzaktı, bu yüzden bilim insanları en azından bu fikri reddedebilir.
Ingicco, “Eğer bu homininler bir çeşit su aracı inşa edebildiyse, o zaman bu gerçekten olağanüstü bir keşif olurdu.” diyor.
Araştırmacılar ayrıca Kalingalıların, Hobbit İnsanlar olarak da bilinen Homo floresiensis olma ihtimallerini göz ardı edemiyor. Hobbit ismi onların küçük bedenlere sahip olmasından ve Yüzüklerin Efendisi filmi yayınladığı sırada bu türün bulunmasından ötürü verilmişti. Homo floresiensis kalıntılarının bulunduğu Flores adası, Filipinler’in hemen güneyinde yer alıyor.
Tam tersine, Kalingalılar nihayetinde Flores adalarına inmiş olmalıydı ve Homo Florensiensis’ler onlardan türemiş olmalıydı.
Ingicco, ‘’Luzon Adası da tıpkı Flores adası gibi, nadir bir evrimsel cüceleşme bölgesi olmuş olabilir.” diyor.
Homo floresiensis ve diğer erken insanlar üzerinde çalışan Colorado Üniversitesi’nden Caley Orr, “Bir grup Homo erectus Flores adasında sahile vurdu ve zamanla cüceleştiler. Bu, kimi zamanda bazı büyük hayvanların küçük ada koşullarına adapte olup küçülmesine benziyor.” diyor.
Orr, “Homo floresiensislerin muhtemelen en az 13.000 yıl önce soyu tükendi. Bu genel insanlık tarihi açısından nispeten yeni sayılır.” diyor.
Ignicco ve meslektaşları, tamamen farklı ve henüz bilinmeyen bir insan türünün, Kalinga aletlerini yapmış olabileceğini ve Filipinler’e ilk yerleşen kişiler olabileceğini söylüyor. Fakat bulunan taş aletler bu konuya ışık tutmuyor.
Çakıl taşlarından yapılmış aletler yapım açısından basitti ancak bir altlık üzerinde vurularak yontulmuştu.
Ignicco, “Altlık teknolojisi aslında dünyanın birçok farklı yerinde bulundu ve taşların yontulması çok zor olduğu durumlarda kullanıldı. Mesela bu teknoloji 1,1 milyon yıl önce Fransa’da kuvars taşları yontmak için kullanıldı.” diyor.
Kalinga’da kazılan bir alanda kalan diğer tüm çakıl taşlarından 5 kat daha büyük çakıl taşı da bulundu. Araştırmacılar bu taşın buraya doğal bir taşıma yoluyla gelmediğini düşünüyorlar. Bu taş buraya altlık teknolojisini kullanan veya gergedanlar üzerinde kasaplık izleri bırakan insanlar tarafından kasıtlı olarak getirilmiş olmalıydı.
Buradaki gergedan ile (Rhinoceros philippinensis) ziyafet çekilmişe benziyor. Kesim izleri ise etin kemikten sıyrıldığını ve hayvanın iliğine erişmek için kemiklerin parçalandığını ortaya koyuyor. İlginç olarak, gergedanın kalıntılarının yüzde 75’i kazı sırasında bulunabildi.
Tarih öncesindeki göçmenler, genellikle basit bir kurala bağlı gibi görünüyordu: et veya balıkları takip etmek. Kanıtlar, erken insanların karadaki hayvan göçlerini izlediklerini ve bu durumun onları yeni bölgelere yönlendirdiğini gösteriyor.
Örneğin, Amerika’nın yerleşimi sırasında ilk Amerikalıların bir kısmının, kuzeyden güneye doğru sahil şeridini ve deniz mahsulleri bakımından zengin kelp ormanlarını takip ederek Yeni Dünya’yı kolonileştirdiğini iddia ediliyor. (Kelp hipotezi)
Kalinga buluntuları ile Callao Adamı’nın yaşamı arasında büyük bir zaman farkı olduğu için, araştırmacılar ikisinin birbiri ile ilişkili olup olmadığı konusunda emin değiller. Araştırmacılar arkeolojik tabakanın üstünde ve altında bulunan kuvars taneleri analiz etmek için kullanılan elektron spin rezonansı dâhil olmak üzere 3 farklı yöntem kullandılar ve yöntemler buluntuların 709.000 yıldan daha yaşlı olabileceğini gösterdi.
Kalinga alet üreticileri ve Callao Adamı tarafından temsil edilen nüfus Filipinlerde kaldıysa ve yeni nesiller ürettiyse bugünkü Filipin kökenli insanlar bu grupların biri ya da her ikisi ile ilişkili olabilir. Her iki durumda da, yeni buluntular adaların zaten zengin tarihine önemli ölçüde katkıda bulunuyor.
Ignicco’nun dediği gibi, bu heyecan verici araştırmalar, Filipinler’de gerçekleşecek yoğun araştırmaların kıvılcımı oldu.

Seeker. 2 Mayıs 2018.


Makale: Ingicco, T., Bergh, G. D., Jago-On, C., Bahain, J. J., Chacón, M. G., Amano, N., … & Pereira, A. (2018). Earliest known hominin activity in the Philippines by 709 thousand years ago. Nature, 557(7704), 233.

Bilim İnsanları Yeni Türleri Nasıl Tanımlıyor?





Bilim İnsanları Yeni Türleri Nasıl Tanımlıyor?

Eğer bilim insanları onun ne olduğunu görmeye hazır değilse, bulunan en dikkat çekici fosil bile bir şey ifade etmez.
Neandertaller ve Homo Sapiens arasındaki farklar ne kadar aşikar görünse de bilim insanları insan türünün başka bir türden evrimleştiği fikrine her zaman açık değildi. C: Allan Henderson/Flickr
Başlangıçta, bilim insanları bir kafatasını insan olarak tanımladı. Fakat burada ilginç bir şey söz konusuydu: Büyük boşluklu göz çukurları, şişkince olan kaş çıkıntısının aşağısında yer alıyordu ve kaşların çatı kısmı ise daha dikdörtgenimsiydi ve insana göre daha az yuvarlaktı. Gerçi Teğmen Edmund Flint kafatasını Cebelitarık Bilim Topluluğu’na sunduğunda grup tarafından kaydedilen tek şey “insan kafatası” olarak adlandırılan şeyin nerede olduğuydu: Forbes Ocağı’nda. Bu 1848’de olmuştu, yani Charles Darwin’in Türlerin Kökeni’nde yeni türlerin –insanların dahi diğer türlerden evrimleşmiş olabileceğini iddia etmesinden de 10 yıldan daha öncesinde.
Bu dönemin bir kurbanı olan Cebelitarık kafatası, bilim insanlarının bize ait türlerden farklı diğer insansı türlerin var olabildiğini düşünmelerinden de önce keşfedilmişti. Fakat fosil aslında şu ana kadar bulunmuş ilk yetişkin Neandertal kafatasıydı ve sonraki yaşamının ilk 16 yılını bir depoda saklanmış olarak geçirdi. Eğer araştırmacılar onun önemini daha önce anlamış olsalardı belki de Neandertalleri ‘Neandertaller’ olarak adlandırmazdık- ‘Cebelitarıklılar’ ve ya ‘ Cebelitarikiler’ olarak anılırlardı.
Bugün, bir Homo sapiens kafatası ile Neandertalinki arasındaki bariz farklara göz yumarak onları tahayyül etmek oldukça zor olsa gerek. Bizler bilim insanları tarafından tanımlanmış Homo erectus’tan tutun, daha sevecen bir adlandırmayla daha çok “Hobbit” olarak bilinen Homo floresiensis’e kadar çok sayıda insansı türün tanımlandığı bir dünyada yaşıyoruz ama 1800’lerin ortalarında birçok bilim insanının insanın diğer türlerden evrimleşebileceğine dair en ufak bir öngörüsü yoktu. O zamanlarda fosiller hala çoğunlukla sadece bir merakla ya da koleksiyon amacıyla toplanmaktaydı, bilimsel yollarla tedavüle konulmasına gerek yoktu diyor bilim tarihçisi Lydya Pyne. “Bilimsel sorular öncelenmeli. Bilim toplulukları içinde yer alan ve yer almayan insanlar bu sorularla ilgilenmeli.”
Diğer bir söyleyişle ,1848’de bilim insanları böylesi alışılmadık bir kafatasını değerlendirecek bir bağlamdan yoksundu. Darwin Türlerin Kökeni adlı çalışması üzerinde hala çok sıkı bir şekilde çalışmaktaydı. Viktoryen bilim insanları ise hala Charles Lyell’in 1833 tarihli geleneksel şekilde İncil çalışmaları aracılığıyla yorumlanmış olan – Dünya tarihinin fosil kayıtlarına yansıtılabileceği ve Dünya’nın 6.000 yıldan çok daha yaşlı olduğuna dair sağlam bir kanıt oluşturduğu yönündeki fikirleri lanse eden “Jeoloji’nin kuralları” adlı çalışmasına kafa yormaktaydılar. Fakat Lyell’in bulguları dahi Cebelitarık Bilim Topluğu’na bu söz konusu alışılmadık kafatasında yardım edemedi. Maalesef, kafatasını her kim bulmuşsa onun gelmiş olduğu kaya tabakası hakkında hiçbir detaylı bilgi kaydetmemişti.
Celebitarık kafatası şu anda Londra Doğa Tarihi Müzesi’nde bulunuyor. C: Aquilagib- Wikimedia
Bunun aksine, Feldholder Mağarası’nda bulunan parçalanmış bir kafatası ve bacak kemikleri ise bilimsel belgelendirme açısından yeni bir fırsat sunuyordu. Neander Vadisi’nde keşfedilen fosiller keşfi yapmış olan Alman öğretmen Johann Fuhllrot ve 1857’de bunu bilimsel bir şekilde kağıda dökerek tanımlamış olan anatomi uzmanı Hermann Schaaffhausen tarafından titizlikle araştırılmış ve kaydedilmişti. Her ikisi de bu yeni türü adlandırabilecek kadar ilerleme kaydedemese de Schafhaussen kafatasının modern insanlarınkinden büyük ölçüde farklı olduğunu not etmişti.
Schaufhossen yazısında şöyle demişti : “Kafatası sıradışı şeklini şu ana kadar hatta en vahşi ırklarda bile -var olduğu bilinmeyen –doğal bir biçime borçlu. Neandertaldeki insan kemikleri ve kafa kemiği bütün diğerlerinin (diğer fosiller) vahşi ve yabani bir ırka ait olduklarına ait ilişkin vargıya varmaya yol açan tuhaf biçimlerini de geçti.”
Nerdeyse anında Schaaffhausen bilim dünyasında bir karşı direnişle karşılaştı. Ünlü patalog Rudolf Virchow kemiklerin bir Kosak askerine ait olması gerektiğini iddia etti, garip şeklin askerin bacağının kemik erimesinden ve at sırtında geçen yaşamından dolayı kıvrık olabileceğini açıkladı. Virchow büyük ihtimalle kemiklerin 1814’te, Napolyon Savaşları sırasında Almanya’ya karşı savaş süren bir Rus ordusu askerinden geldiğini iddia etti.
Bu sırada, İngiltere’ye döndüğümüzde ise bilim camiası olağandışı bir altüst oluş geçirmekteydi. 1859’da Darwin, bombasını serbest bırakmıştı.1861’de Paleontolog George Busk Neandertal yazısını Almanca’dan İngilizce’ye tercüme etti (Almanca’da Neandertal Neander Vadisi anlamına gelir). 1863’de Thomas Huxley insanlar ve maymunlar arasındaki evrimsel bağlantısını tartışan Darwin’den daha da ileri giden İnsanın Doğadaki Yeri adlı yazısını yayımladı. Aynı yıl Bilimin Yükselişi İngiliz Derneği’nin yıllık toplantısında jeolog William King Almanya’daki fosillerin yeni bir türe Homo neanderthalensis’e ait olduğunu ileri sürerek öneride bulundu.
John Murray, Heinz Peter Nashuer ve diğerleri 2015’te İrlanda Yer Bilimleri Dergisi’nde yazdıkları yazılarında bu yeni sınıflandırma çağrısının Paleantropolojideki en uzun süren tartışmalardan birini, Neandertallerin taksonomik pozisyonunun tam olarak ne olduğu ve buna bağlı olarak bunların modern insanın anatomik olarak gelişimine katkılarının ne olduğu tartışmasını, açtığını yazdılar. “Bunlar onların zamanı için tartışmalı ve devrimci fikirlerdi.”
Neandertal örneği hakkındaki bulanık tartışmalar dinmek bilmeden devam ederken Busk başka bir önemli katkı yaptı: kendisinde İber Yarımadasının güney ucundaki anayurdu olan adadan 1864’te Londra’ya taşınmış olan Cebelitarık Kafatası bulunmaktaydı, burada daha ileri seviyede analiz edilebilirdi ve fosil hakkında ilk kez bir mektup yazdı. Neander kemikleri ile benzerliklerini not etti ve az bir olasılıkla 1814 seferine katılmış kemik erimesine sahip bir Kossak’ın Cebelitarık Kayası’ndaki kapalı yarığa sürünmüş olduğu’ hakkındaki kuşkularını da ekledi.
Darwin ve Huxley de fosili incelediler, Darwin fosili ‘Muhteşem Cebelitarık Kafatası’ olarak adlandırıyordu. İki araştırmacı da bunun insanın nesli tükenmiş bir türüne ait olabileceği kararını verdi. Darwin bunu kesin olarak 1871’deki kitabı İnsanın Türeyişinde de değerlendirdi. Fakat Darwin en nihayetinde sadece Neandertal tartışmasına odaklanıp burada kalmadı. Pyne gerçekten de Darwin’i itenin bu Neandertal sorusu olmadığını söylüyor: O bunu ilginç bulmuştu evet fakat bu birçok şekilde bu konudaki çok sayıdaki şeyden sadece bir tanesiydi. Muhabbeti asıl ileri götürenler ise daha fazla fosil bulma arayışına girmiş olan Kıta Avrupa bilim insanlarıydı.
Darwin ve diğer İngiliz entelijansiyasının Cebelitarık kafatasını tanıttıkları aynı yaz, Falconer ve Busk yeni edinim hakkında muhtemel bir belirleme üzerinde yazışıyorlardı. Falconer, “Parlatmaya çalıştığım Priscan Pitheciot ( maymunsu) kafatası hakkında bir ipucu ve iki isim aklımda: Homo var. Calpicus. Calpe’tan geliyor, yani Cebelitarık Kayası’nın antik dönemdeki isminden. Ne dersin?” diye yazmıştı. Buna alternatif olarak, ikili adlandırma yapan tek isim Falconer değildi. Diğer bilim insanları da ayrıca Homo primigenius and Homo transprimigenius isimlerini önermişti.
“Ancak yeni türlerin belirlenmesi nihayet kabul edildiğinde hiçbiri “Neandertal” kadar iyi yerine tutunmuş değildi. Hiç değilse bir kez yeni tür belirlemesi nihayet kabul edilmişti. Cebelitarık Neandertali’nin sunumu tartışmaları az da olsa yatıştırdı, en azından kısa bir süre”
Bu şekilde yazmıştı Paleantropolag Ian Tattersal. “Kemik erimeli Kossak’ın ilginç davası ve İnsan Evrimi Hakkında Ders Verici Hikayeler”inde. Ayrıca şunu da eklemişti: “Busk dahi, tam olarak ikna olmuş görünmese de bir noktada Cebelitarık örneğinin ‘hala bir insan olduğunu, insan ve maymun arası bir yerde olmadığını’ yazmaktaydı”.
Neandertal sorunu daha fazla fosil bulunana kadar gerçek anlamda çözülemeyecekti. Özellikle de Cebelitarık’taki bulunan parçaya çok benzeyen bir kafatasını da içeren- 1908’de keşfedilen nispeten dokunulmamış Neandertal iskeleti olan – ünlü La Chapelle-aux-Saints ‘in Yaşlı Adamı’na kadar. Cebelitarık Kafatasını sorarsanız da şu anda onun 50.000 yıl öncesindeki bir kadına ait olduğu düşünülüyor. Bir keşfin onu bilim insanlarının bu delile hazır olmadan önce ve çok erken bir şekilde keşfedildiğinde ne olacağının iyi bir örneği olarak kalmaya devam ediyor.
“Eğer geri gidip her bir doğa tarihi müzesinde yer alan herbir koleksiyondaki küçük depolara girebilsek, yanlış kategorilenmiş ya da tarihçe gözden kaçmış başka şeyler de bulabilir miydik ? Pyne için bu merak konusu. “Bunun cevabının ise muhtemelen evet olduğunu sanıyorum” diyor.
Şayet sadece biri bile gözden kaçmış bir ilk Neandertal kadar önemli olsa, sonuçları siz hayal edin.

Smithsonian. Lorraine Boissoneault. 9 Mayıs 2018.

Filipinlerde Yeni İnsan Türü Keşfedildi



Filipinlerde Yeni İnsan Türü Keşfedildi

Filipinler’in en büyük adası Luzon’da, modern insanlarla aynı zamanda yaşamış yeni ve garip bir insan türü bulundu.
Yaklaşık 67.000 yıl önce, Filipinler’deki Luzon’daki Callao Mağarası bilinmeyen bir insana ev sahipliği yapıyordu. C: Callao Cave Archaeology Project
Tuhaf bir yeni tür, insan ailesine katıldı. Filipinler’deki en büyük ada olan Luzon’daki bir mağarada bulunan insan fosillerinin arasında bulunan küçük azı dişleri, bu insanların küçük olduğunu gösteriyor. Kavisli parmakları ve ayak baş parmakları, ağaçlara tırmandıklarına işaret ediyor.
Homo luzonensis adı verilen bu tür, Neandertaller ve Denisovalılar da dahil olmak üzere, dünyanın çok sayıda arkaik insanın yaşadığı ve Homo sapiens’in Güneydoğu Asya’ya ilk ayak bastığı zamanlarda, yani 50.000-80.000 yıl önce yaşamıştı.
Arkeolog Adam Brumm, “Bu gerçekten sansasyonel bir keşif. Tüylerim diken diken oldu.” diyor.
Homo floresiensis “hobbit” kafatası ve modern insan kafatası karşılaştırması. C: Yousuke Kaifu
Keşif, alışılmadık bir başka eski insan türü olan ve Endonezya’daki Flores adasında bulunan küçücük Homo floresiensisleri anımsatıyor. Homo floresiensis türünün takma adı hobbitler.
Homo ayak kemikleri uzmanı Jeremy DeSilva ekip arkadaşları, Güneydoğu Asya adalarının, eski insanlar için bir çeşitlilik beşiği olabileceğinden ve Homo floresiensis gibi Homo luzonensis’in de bir adada izole kalmasından dolayı küçük vücutlar geliştirmiş olabileceğinden şüpheleniyor.
Paleoantropolog Armand Mijares’in liderliğindeki bir ekip 2007 yılında, Luzon adasındaki Callao Mağarası’nda bir metatarsal (ayağın üstündeki kemiklerden biri) buldu. 2010 yılında yayınladıkları araştırmaya göre, bu kemiğin şekli, cinsimizin bir üyesine ait olduğunu açıkça gösteriyordu. Uranyum oranları, kemiğin yaş aralığını 50.000 ila 80.000 yılları arasında, asgari yaşın ise muhtemelen yaklaşık 67.000 yıllık olduğunu gösterdi.
Parmak ve ayak kemiklerinin kavisli olması, tırmanmanın bu türler için hala önemli bir aktivite olduğunu gösteriyor. C: Florent Detroit
Mijares’in ekibi 2011 ve 2015’te bölgeye geri döndü ve “bonanza” adını verdikleri fosili buldu. Daha önce bulunan ayak kemiği parçası ile aynı katmanda, aynı bireyin sağ üst çenesinden beş diş, iki diş, iki parmak kemiği, iki ayak kemiği ve kırık bir kalça kemiği keşfedildi. Araştırmacıların söylediğine göre bu kemikler, muhtemelen hepsi aynı türden en az üç bireyi temsil ediyordu.
Dişler, diğer Homo türlerinde de bulunan benzersiz bir özellikler bütünü gösteriyordu. Küçük azı dişlerinin boyutu yaklaşık olarak bizimkilerle aynıydı, fakat bu dişlerin tek bir kökü değil, ilkel tür özelliği olarak iki ya da üç kökü vardı.
Paleoantropolog Florent Détroit, “Azı dişleri ise oldukça modern bir özellikle tek köklüydü ancak inanılmaz derecede küçüktü: sadece 10 milimetre uzunluğunda ve 8 milimetre genişliğinde.” diyor. Bu boyutlar, hobbit lakaplı Bu Homo floresiensis’inkinden bile daha küçük.
Homo luzonensis’e ait dişler. C: Callao Cave Archaeology Project
Détroit, “Diş boyutları vücut boyutları ile ilişkilidir, bu nedenle Homo luzonensis’in küçük vücutlu olması mümkün.” diyor. Ancak bunu kesin olarak bilebilmemiz için tüm halde kol veya bacak kemiği bulmamız gerekir.
Uzun ve kavisli parmaklar ve baş parmaklar, Lucy gibi Australopithecus türüninkine benziyor. Erken bir insan atası türü olan Lucy’nin, hem dik bir şekilde yürüdüğü, hem de ağaçlar arasında sallandığı düşünülüyor.
Paleoantropolog Tracy Kivell, “Bu parmaklar, büyük bir ihtimalle ağaçlara tırmandığını gösteriyor.” diyor.
Herkes bu dişleri ve iskelet parçalarını, ayrı bir tür olarak kabul etmeye hazır değil. Bu iskelet parçalarının, yerel olarak uyarlanmış bir nüfusa, mesela daha önceden Asya’da yaşayan Homo erectus’a ait olabileceği de düşünülüyor.
Paleoantropolog Susan Antón, “Ne dediklerini anlıyorum ama aynı zamanda daha fazlasını istiyorum.” Bir kafatası kemiği ya da Antik DNA yeni bir tür olup olmadığını ortaya çıkarabilir. Fakat DNA, mağaradaki gibi sıcak, nemli koşullarda hızla parçalanır ve söz konusu fosiller incelendiğinde Antik DNA’yı verecek hiçbir genetik materyal bulunamadı.
Homo luzonensis’in farklı bir tür olup olmadığı bir kenara, yüz binlerce yıl boyunca adada izole kalarak evrim geçirmiş olabilir. Luzon’daki kasaplık işlemleri görmüş gergedan kemikleri 700.000 yıl önceye dayanıyor, ancak araştırmacılar hangi insan türünün bundan sorumlu olduğunu henüz bilmiyor.
Mijares ve ekibi tekrar mağaraya geri döndü. İnsan hikâyesinin birçok parçası Güneydoğu Asya’nın adalarında gizleniyor olabilir.
Antón, insan evrimi söz konusu olduğunda, sandığımızdan çok daha az şey bildiğimizi söylüyor.

Science Magazine. Lizzie Wade. 10 Nisan 2019.
Makale: Florent Détroit, Armand Salvador Mijares, Julien Corny, Guillaume Daver, Clément Zanolli, Eusebio Dizon, Emil Robles, Rainer Grün & Philip J. Piper. 2019. A new species of Homo from the Late Pleistocene of the Philippines. Nature.

Yeni Keşfedilen İnsan Soyu da Bizle Çiftleşmiş


Yeni Keşfedilen İnsan Soyu da Bizle Çiftleşmiş


Yeni bir çalışmada, Yeni Gine’de yaşayan soyu tükenmiş insan türünün de modern insanlarla çiftleştiği tespit edildi.
Batı Papua’nın güneyinde yaşayan Asmat Kabilesi. Araştırmacılar, modern Papua’lı genomların iki ayrı Denisovan atalarının grubunun izlerini taşıdığını öne sürüyorlar.
Bu soyun diğer insanlardan genetik farklılıkları, onu en yakın soyu tükenmiş akrabalarımız, Neandertaller ve Denisovalılar kadar belirgin bir farklı grup haline getirdi.
Günümüzde modern insanlar insan soy ağacının tek canlı dalı olmasına rağmen, diğer türler sadece modern insanlarla aynı zamanlarda yaşamamış, aynı zamanda modern insanlarla çiftleşerek DNA’larında izlerini bırakmışlardı. Bu arkaik soylar yalnızca modern insanların en yakın soyu tükenmiş akrabaları olan Neandertalleri değil, aynı zamanda yalnızca Sibirya’daki Altay Dağları’nda bulunan fosillerden bilinen gizemli Denisovalıları da içeriyordu.
Önceki araştırmalar, Denisovalıların Neandertallerle ortak bir kökene sahip olmasına rağmen, neredeyse Neandertallerin modern insanlardan olduğu gibi, Neandertallerden genetik olarak farklı olduklarını gösterdi.
Önceki çalışma, modern insanın atalarının Neandertallerin ve Denisovalıların ortak atalarından yaklaşık 700.000 yıl önce ayrıldığını ve Neandertallerin ve Denisovalıların atalarının yaklaşık 400.000 yıl önce birbirlerinden ayrıldığını tahmin ediyordu.
2018 yılında, bilim insanları Denisovalıların gerçekte birden fazla soya sahip olduğunu buldu. Bunlardan biri Sibirya’daki Denisovalılar ile yakından ilişkiliydi ve öncelikle Doğu Asyalılarda bulunan genetik bir mirasa sahipti. Diğeri ise Sibirya’daki Denisovalılarla daha uzaktan ilişkiliydi ve günümüzde en çok Papua Yeni Gineliler ve Güney Asyalılarda görülen DNA’ya sahipti. Bu gruplar yaklaşık 283.000 yıl önce ayrıldılar.
Sadece birkaç fosilden bilinen gizemli Denisovalılar, fotoğrafta gösterilen Altay Dağlarındaki Denisova Mağarası’nda yaşıyordu. C: Bence Viola, Max Planck Institute for Evolutionary Anthropology
Yeni bir arkaik insan mı?
Bilim insanları, Denisovalı genetiği hakkında daha fazla bilgi edinmek için, Güneydoğu Asya ve Yeni Gine’deki 14 ada grubunu kapsayan 161 modern insan genomunu analiz etti.
Araştırmacılar, bu coğrafi bölgedeki büyük DNA uzantılarının, oradaki modern insanların sadece bir Denisovalı soyu ile çiftleştiği bir senaryo ile tutarlı olmadığını ortaya koydu. Bunun yerine, modern Papua Yeni Ginelilerin, birbirinden farklı iki Denisovalı soyundan yüzlerce gen çeşidi taşıdığı keşfedildi: Bunlardan biri daha önce Papua Yeni Ginelilerde ve Güney Asyalılardan biliniyor ancak diğeri daha önce hiç tanımlanmamıştı.
Araştırmanın baş yazarı popülasyon genetikçisi Murray Cox, “Sonuç olarak, tek bir grup olduğunu düşündüğümüz Denisovalılar aslında, bugün modern insanlarda gördüğümüzden daha fazla çeşitlilik gösteren üç farklı gruptu.” diyor.
Araştırmacılar, üç Denisovalı soyunun tümü arasındaki genetik farklılık seviyesine dayanarak, yeni bulunan soyun diğerlerinden 363.000 yıl önce ayrıldığını öne sürüyor.
Cox, “Sonuç olarak, bu yeni Denisovalı soyu, Denisova Mağarası’nda bulunan Denisovalı bireyden, Neandertallerden olduğu kadar farklı. Bunun anlamı, Neandertaller ve Denisovalılara özel isimlerle sesleneceksek, bu yeni grubun da muhtemelen yeni bir isme ihtiyacı var demektir.” diyor.
“Bu yeni soydan gelen DNA, öncelikle Yeni Gine’de veya yakınında yaşayan modern bireylerde bulundu. Denisovalıları donmuş kuzeyde yaşayan, örneğin Sibirya’daki Denisova Mağarası çevresinde yaşayan insanlar olarak düşünürdük. Ancak ağırlıklı yaşadıkları merkezler aslında güneyde, Güneydoğu Asya ve Yeni Gine’nin tropik bölgelerinde idi.”
Sağlık faktörü
Araştırmacıların temel amacı, insanın evrimi hakkında daha fazla şey öğrenmek değil, modern insan sağlığına fayda sağlamaktı.
Cox, tropikleri kastederek, “Araştırma programımız öncelikle, radikal bir şekilde anlaşılan bir dünyanın sağlık hizmetlerini iyileştirmeye odaklandı. Aslında, arkaik insanlar üzerine yapılan araştırmalar, kısmen antik kemiklerden toplanan DNA’nın sadece soğuk bölgelerde yaşayabileceği için Avrupa’ya ve kuzey Avrasya’ya yönelmişti. Tropiklerden elde edilen en eski DNA sadece 6.000 yaşında.” diyor.
“Modern insanlar, günümüzde insanların sağlığını etkileyen, çoğunlukla olumlu, bazen de olumsuz yönde etkileyen arkaik insanlarla çiftleşmekten sayısız genetik varyantı miras almıştır. Örneğin, birçok Avrupalı Neandertallerden gelen bağışıklık geni varyantlarını taşımaktadır ve bunların günümüzde enfeksiyonlarla mücadelede gerçekten önemli olduğu gösterilmiştir. Arkaik gen varyantlarını korumuşsak, bunun nedeni modern insan varyantından daha iyi olmalarıdır. Arkaik homininlerle çiftleştik ve çoğunlukla tüm iyi yönlerini aldık.”
Ve en azından yeni bulgulara göre, Avrasya’daki birçok farklı antik insan grubunun çoğu tropik bölgelerde yaşadı. Modern insan çeşitliliğine ve genel olarak biyolojik çeşitliliğe bakarsanız – örneğin, bitkiler ve hayvanlar – çoğu çeşitlilik tropik bölgelerdedir. Bu çalışma, bunun arkaik homininler için de geçerli olduğunu gösteren çok daha büyük bir bilimsel bulgular grubuna uyuyor – ağırlık merkezleri de tropik bölgelerdeydi.”
Gelecekte, araştırmacılar bulgularını Güneydoğu Asya adalarındaki insanlar için sağlık hizmetlerini iyileştirmeye yardımcı olmak için kullanmayı amaçlıyor.
“Bu arkaik değişkenler ne işe yarar? Neden hala onlara sahibiz? Daha önce sağlık hizmeti araştırması bulunmayan 300 milyon insan için sağlık hizmetini nasıl geliştirebiliriz?”

Live Science. Charles Q. Choi. 11 Nisan 2019.
Makale: Jacobs, G. S., Hudjashov, G., Lauri, S., Pradiptajati, K., Darusallam, C. C., Lawson, D. J., … & Metspalu, M. (2019). Multiple deeply divergent Denisovan ancestries in Papuans